Dünya sosyal tarihinde, başka hiçbir yer, Batı
Avrupa kadar köklü değişikliklere sahne olmamıştı. Devrimlere ve sosyal
tabakaların yer değiştirmesine varan bir hercümerç içinde, hayata ışık tutacak
kaynağı, varoluşun maddi tarafında arayan bir akıl hâkimiyet kurmuştu. Geçmişe
ait hiç bir anlam haritasının tesir edemeyeceği yeni bir dünya kurgulanıyor;
tabiri caizse boş bir kervan, muhayyel bir zamana doğru yola çıkıyordu. Kervan;
insana, tabiata ve topluma dair araştırma ve tecrübelerle yüklenecekti ama
bunların hangi hedefleri gerçekleştireceği belli değildi. Prezzolini, daha
sonra bu durumu şöyle anlatacaktır:”…Kilise harap olmuştur ve onun uçsuz
bucaksız yıkıntılarından neye benzeyeceğini henüz bilemeyeceğimiz yeni bir yapı
gelişigüzel inşa ediliyor.” (1)
Bu ahval içinde, tutunacak bir dalı olmayan bireyin
kaygı ve ümitlerine tercüman olacak yeni bir anlatım türü ortaya çıkıyordu:
roman. Dickens, romanlarında, olay mahallinden bildiriyor gibidir. İki Şehrin
Hikâyesi’nde açlık, pislik ve yoksulluğun her sokağını sardığı bir Paris
manzarası çizilir.(2)
Sefalet içindeki halkın, gösteriş düşkünü seçkinler
tabakasıyla oluşturduğu tezat, bu manzaranın daha trajik bir parçasıdır. Suç,
cehalet ve hastalıklarla manzara tamamlanır. Dostoyevski, Paris ve Londra
izlenimlerinde, Fransız ruhunda-genelde de Batı’da-,kardeşlik değil,
bencilliğin olduğunu söyler; bir ideal olarak İhtilal sırasında ortaya çıkmışsa
da, hiçbir zaman ciddiye alınmamıştır. Asıl Fouıllee’nin şu cümleleri dikkat
çekicidir: “Muhakemeyi muhakemesizliğe kadar vardıran Fransız aklı, tabiat ve
hayatın pek görünmeyen ve derin gerekliliklerini anlamamaktadır. Yeni bir idare
usulü kurmak istedikleri zaman, ‘Buna bir ihtilal yeterlidir’ sanırlar. Zamanın
gücünü anlamazlar.” (3)
Bu arada, kendi şato veya köşkünde seçkin bir
davetli topluluğunu ağırlayabilmeyi ve nasıl içki içileceğinden nasıl dans
edileceğine kadar, bir dizi görgü kuralına uymayı gerektiren bir hayat tarzı da
gittikçe artan bir ilgi görmekteydi.(4)
Civilization, ilk kez bu aristokrat hayat tarzını
ifade için kullanıldı ve zamanla öteki (barbar) karşısına yerleştirilerek
sömürgecilikle at başı giden bir yaygınlık kazandı.
Medeniyet kavramı, Osmanlıda, ‘civilization’la aynı
anlama gelecek şekilde icat edildi. İçinde yaşadığı topluma yabancılaşmış ve iç
yüzünü bilmediği bir kültüre hayranlık duyan, aslında belirgin niteliği ‘uydu’
bir tip olmaktan öteye geçmeyen Osmanlı aydını, bu yeni hayat tarzına büyük bir
heves duydu. Bundan böyle ‘medeniyetin
kıblesi ‘ Paris’ti. Hoca Tahsin Efendi: “Paris’e git bir gün evvel akl u fikrin
var ise/ Aleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris’e” diyordu. Andı’nın
ifadesiyle, trajik olanla bağlantısı ünsiyet haline dönüşmüş olan batılı hayat
tarzının gölgesi düşmüştür artık.
Maddeci hayat tarzı, Osmanlı toplumunda
‘alafrangalık’ haliyle iyice görünür oldu ve alafranga tipler ortaya çıktı.
Kılık kıyafet ve adabı muaşeret kurallarına uymadaki aşırı özenti, ahlaki
düşüklük ve cehaletin gülünç bir terkibi olan bu tip; Felatun Beyle Rakım
Efendi, Araba Sevdası ve Şık romanlarında boy göstermeye başladı.(5)
Ahmet Mithat Efendi, romanındaki Felatun Bey’le
alay eder ama gidişatın sonunda, Berna Moran’ın” Alafranga Züppeden Alafranga
Haine” başlığıyla incelediği acı bir taraf da vardır.(6)
Maddeci kültür sahasında, Amerikalı fizikçi Ralp
Lapp’ın dediği gibi devam ediyor her şey: “Hiç kimse, günümüzün yaşayan en
büyük bilginleri bile, bilimin bizi nereye götürdüğünü bilmiyor. Gittikçe hızı
artan bir tren içindeyiz.” Üstelik
insanın organizmaya, toplumun mekanik bir aygıta indirgendiği bu bilme
tarzıyla, bütün dertlerin biteceği bir son nokta imkânsız görünüyor. Gerçekten
de böyle bir noktaya ulaşılsa bile, bu aygıtın çalıştırılma usul ve esaslarını
kimin nasıl belirleyeceği tam bir muamma. Şu halde romanın ölmesi bir tarafa,
bireyin iç çelişkilerine, çıkmazlarına ve arayışlarına dair anlatacağı daha çok
şeyi olacağı tahmin edilebilir.
Maddeci kültürün altın çağ hayali devam ededursun,
tarih penceresi, belli dönemlere açıldığında; Kurtuba’nın, İşbiliye’nin,
Semerkant’ın, Buhara’nın (vs.) göz alıcı pırıltısı, Müslümanların kendi altın
çağlarıına birçok defa ulaştığını söyler. Aslında bu, Müslüman aklın; taşa ve
toprağa, sanata ve edebiyata, ahlaka ve maneviyata dokunuşudur.
İslam, insanlığa nasıl son bir çağrı ise, Müslüman
akılda, vahiyle var oluş arasında sahih bir bağ kurabilecek yegâne imkândır. Bu
akıl, “O (Allah) aklını kullanmayanları pislik içerisinde bırakır”*
hakikatinden yola çıkar ve yaradılış maksadına uygun faaliyetlerle anlamlı hale
gelir. Müslüman bilim adamı hüviyeti de, maddi kültürün bilme tarzıyla değil, Müslüman
aklın bilme tarzıyla faaliyete geçildiğinde kazanılır. **
Yahya Kemal, bir toprak parçasının, manevi
hedeflere göre nasıl değiştiğini ne kadar veciz anlatır:” Ah! Büyük Cedlerimiz!
Onlarda Galata, Beyoğlu gibi Frenk semtlerine yerleşirlerdi, fakat
yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nuru belirir, beş vakitte ezan işitilir,
asmalı minare, gölgeli mescid peyda olur, sokak köşesinde bir türbenin kandili
uyanır, hâsılı o toprağın o köşesi imana gelirdi”.(7)
Osmanlı asırları; Müslüman aklın faaliyette
bulunuşu ve işlerlikten uzaklaşmasının yanı sıra, maddeci kültürde medet umuşu
da ifade eder. (8)Takiyüddin rasathanesinin topa tutuluşu, aslında Müslüman
aklın topa tutuluşudur ki, tamda: “Erişir fasl-ı hazan, bağ u bahar elden gider
“mısraının/ ifade ettiği anlamın hatırlanacağı anlardan biridir.
Gelgelelim romanın bizde neden doğmadığına.
Aşağıdaki satırlar bu sorunun cevabı gibi de okunabilir: “Mescidi, büyük
çınarın altındaki çeşmesi, kıraathanesi, çocukların oynadığı boş arsaları,
bakkalı, seyyar satıcıları ve bahçe içindeki evleriyle orası bizim
mahallemizdi... Mahallenin zenginleri servetlerini teşhir etmezler, orta halli
yer, içer, giyinirlerdi. Kendilerine karşı israfa kaçmayan bu insanlar verirken
çok cömertlerdi. Kimsenin isteme durumuna düşmemesi için fakir fukarayı arar
bulurlar, zevkte, sefada yemeyip vatan evlatlarına tahsil imkânı sağlarlardı.
Bu dünyadan göçerken sadece yaptığı iyilikleri götüreceklerini bilirdi
insanlar.” (9)
Mustafa KENARLI
Kaynakça ve Dipnotlar:
1)Avrupa’nın Entellektüel Tarihi, François Chaubet,
2021,İstanbul
2)Türkiye’nin Sosyal Tarihi, Zihinsel Savrulma,
Celalettin Vatandaş,2023,İstanbul
3)Avrupa Milletlerinin Karakter ve Psikolojileri, Alfred
Fouıllee,2012,İstanbul
4İslam-Batı ilişkileri Çerçevesinde Medeniyet
Meselesi, Tahsin Görgün, Prof.Dr,2020,İstanbul
5)Roman ve Hayat, M. Fatih Andı,
Doç.Dr,1999,İstanbul
6)Kökten Uca Bir Kopuş Yunus Emre
Özsaray2021,İstanbul
7)Yahya Kemal ve Din, Habil Şentürk Prof.
Dr,2014,İstanbul
8)İslam Kültüründe Kurucu Paradigmanın Değişimi,
İbrahim Çetintaş,2022,Ankara
9))Edep Mektebinden Hatıralar, Haluk Sena
Arı,2005,İstanbul
*Kur’an:10/100
**Hristiyanlığın macerası, Hz. İsa’dan sonra, İncilin eksen alınması
üzerinden değil, tahrifi üzerinden ilerledi. Aydınlanmayla beraber bilim,
sanat, ekonomi gibi bütün dünyevi pratikler, her türlü maneviyattan uzak bir
şekilde gerçekleştirildi. Dahası, söylem gücünün de elde bulundurulması
dolayısıyla, böyle olması gerektiği dünya ölçeğinde dikte edildi. Hâlbuki bu
bir gereklilik değil apaçık yoksunluktur. Gerçek bir medeniyet, kökü maneviyat
olan bir tasarıma dayanır ve bütün pratikler bu tasarımın öngördüğü hedeflere
göre yapılır. Ayrıca bu faaliyetler sırasında uyulması gereken kurallar da
vardır. Mesela, insanlığın ve tabiatın zararına sebep olunamayacağı, beyaz adam
üzerinde denenemeyen bir icadın herhangi bir Afrika kabilesi üzerinde de
denenemeyeceği, teknolojinin bir sömürü aracı olarak kullanılamayacağı gibi.
Müslüman bilim adamı, bilime imanın bir gereği olarak değil, Allah’ın insanı
mesul tuttuğu hedefler için bilim yapar.






















































.gif)
Hiç yorum yok:
Yorum Kuralları
Yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret, küfür, aşağılayıcı, küçük düşürücü, pornografik,
ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici,
yorumların her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu yorumcuya aittir.
İsimsiz yazılan yorumlar bir saat içinde sistem tarafından otomatik olarak silinir.