M|E Medya Ermenek MESUL BİR ÖZNE: İNSAN - Medya Ermenek Medya Ermenek
Facebookta Paylaş

MESUL BİR ÖZNE: İNSAN

 

Modern akıl, tabiatı olduğu gibi, insanı da görünür/tecrübe edilebilir bir şema üzerinden kurguladı ve böylece onu ayrıcalıklı ve mesul bir özne olmaktan uzaklaştırmış oldu. İnsanın modern zamanlarda, nasıl bir trajediye doğru savrulduğu görüldüğünde, bu kurgunun yanlışlığı için başka bir delile ihtiyaç kalmaz.(1)

 

Oysa insan, hem tabiata ve beşeriyete (beden),  hem de görünmeyene dönük tarafıyla (ruh) bir bütün olarak vardır. Mehmet Akif’ insan’ adlı manzumesinde şöyle seslenir :_Ey insan; sen hala kendini tanımıyorsun da  “ben hakir bir varlıktan ibaretim…”diyorsun. Fakat mahiyetinin meleklerden yüksek bulunduğunu, âlemlerin sende gizlenmiş, cihanların sende dürülüp bükülmüş olduğunu bilsen…

 

İnsan, varlığın anlamını ve varlık içindeki mevkiini fark edebilecek bir donanımdadır. Kendi iç dünyasında, tabiatı, beşeriyeti, ölümü ve ahireti yerli yerince kavradığında, kelimenin tam anlamıyla mesul davranacağı bir hale ulaşma imkânı da bulur. Bu yokluk nedeniyledir ki, modern algılama/anlama biçimleriyle, samimi bir insan tipi inşa edilemedi. Bir mesuliyetin samimiyetle yerine getirilmesi, öncelikle o mesuliyete inanmayı gerektirir. Samimi/güvenilir bir insan da, üstlendiği mesuliyetin gereğini yerine getiriyordur.

 

İnsanın kendi içinde olup bitenler, her zaman dışarıya yansıttıklarından daha önemlidir.(2) İçimizin yandığı da olur, ağladığı da, parçalandığı da… Veya Yahya Kemal’in dediği gibi bir “sevincin hale caniyle kanatlandığı” da... Gönül, kalp, ruh hep aynı kapıya çıkar. Duygularımızın derinliğini/sahiciliğini ifade edebilmek için bu kelimelerden birini kullanırız. Bütün ruhumuzla da severiz, kalbimizle de... Gönül dolusu sevgilerimizi de vardır. Sevginin simgesi doğrudan kalptir ve merhametsiz birini de yine doğrudan kalpsiz olarak nitelendiririz. Ancak, sevgi ve merhamet gibi duyguların varlığı veya yokluğu için, bir tek ölçü vardır: İnsan olmak.

 

İçsel bir tecrübe, herhangi bir fizik kuralına tabi değildir ama o insan için kesindir. Bir şeyin olacağı, önceden içimize doğabilir. İçimize sinmeyen bir işte, bir kusurun olacağına şüphe yoktur. Kalbimizi birine açarız, kime açacaksak, bu da yine onun kararına bağlıdır. İçimizin bir türlü rahat etmediği, emin olduğunda ferahladığı durumlarda her zaman mümkündür. En sahici seste kalbin sesidir ki hadis- i şerif te” Her birinizin içinde bir müftü vardır.” buyrulmuştur.

 

İnsanın tahrip veya imar etmesi de, yapıcı veya yıkıcı bir çığır açması da kendi içindeki gelişmelerle ilgilidir. Kalp, insan olma ve insanlıktan uzaklaşma arasında bir seyir halindeyken, belli bir iyilik veya kötülüğün ortaya çıkma ihtimalinin bulunduğu bir yerlerden de geçmektedir. Bununla beraber insan, kalbinin taşlaşacağı bir yolculuğun sonunda, nasıl bir iyilik umabilir?

 

İnsan, daha iyi bir hayat için, bir takım zekâ ve kabiliyetlerin yanında, her işi yolu ve yordamınca yapabileceği sahih bir akla da ihtiyaç duymalıdır. Yine görünür alanla ilgili her sahih okumada, hakikatin gönderilmiş olduğu fikrine çıkan, tıpkı koyu karanlık bir geceden sabahın ilk ışıklarına kavuşmaya benzer bir güzellik saklıdır. Hakikatin doğası veya doğrudan hakikatle ilgili içsel bir karara varmış olmak, beşeri afetlere karşı esaslı bir tutunmadır aynı zamanda. Öyle olmasaydı, nasıl bir göz, asırlarca hiç sarsılmadan ayakta durmuş, beşer (ve tabiat) üstü bir kaynağı, ‘köhne’  olarak görebilirdi? Dahası belki bir asra varmadan süsleri dökülecek veya yerle bir olacak bir kurguya nasıl hakikat diye bağlanabilirdi? Nasıl sonsuzluk duygusu olduğu halde, ahireti inkâr edebilirdi? ”Kalpleri var ama onunla bir şey anlamıyorlar”(3)

 

Manevi temelden yoksun her anlama biçimi, görünmeyene açık bir pencere olan kalbe çekilmiş birer perde gibidir. Bu perdelerden en kalın olanı, belki de, hakikati dahi maddi şartların bir tezahürü olarak gören anlayıştır. Buna göre insanlığın, görünmeyene inandığı ‘metafizik’  bir dönem olmuştu. Hatta bir vakitler, dinlerin ne zaman ortadan kalkacağına dair tahminler de yapılıyordu.

 

İnsan, ‘olmanın’ mesuliyeti ile ‘sahip olmanın ’çekiciliği arasında mutluluğu arayan bir varlıktır. Burada mutluluğun hangi tarafta olduğuna dair Chesterton’un yaptığı tespit yol gösterici olabilir. Onun mutluluk ve hidayetin birer sır olduğu tespiti, insan ruhunun mahiyetiyle tam bir örtüşme halindedir.(4) Hidayet, ortak tecrübeye kapalı , ‘manevi bir aydınlanma ‘olarak ifade edilebilecek bir değişimi anlatır. Hiç bir hidayet öyküsünde, hangi nedenle iman edildiğiyle, hayat tarzının baştanbaşa değişmesi arasında, akılla açıklanabilir bir uyum bulunmaz. Ancak samimi bir inanç temelinde, yeni bir hayat tarzı şekillenmektedir. Hidayetle birlikte bir mesuliyet üstlenildiği de izaha muhtaç değildir.

Hidayet ve mutluluk, hem aidiyet olarak, hem kişiye özgülüğü, hem de derin bir etkiyi ifade etmesi bakımından manidar bir benzerlik gösterir.

 

Her ne kadar mutluluğun nesnel bir tarifi olmasa da, nerede olduğuna işaret edilebilir. Kesin olan şey, bu işaretin, görünür bir şemaya doğru olamayacağıdır. Belki de bu tarif, mesuliyetini yerine getirmiş, bir insanın yorgun gülümseyişinde veya Fatih Sultan Mehmet Han’ın aşağıdaki mısralarına benzer bir yerde saklıdır kim bilir? : “Verseler mülk-i cihanın tacı-u tahtı devletin/Avni kuyun terkin etmez başına sultan olup.”: Bütün cihan mülkünün tacı ve tahtına hükmetme şansını verip(o mülkün) başına Avni’yi sultan etseler/ (Avni ) yine de senin mahalleni bırakıp gitmez.

                                                      

Dipnotlar:

1) 1973’te Belgrad’da düzenlenen Uluslararası Kriminoloji Kongresinde “Suçların dünyanın her tarafında baş döndürücü bir hızla arttığı ”tespitiyle beraber, bunun şimdiki zamanın karakteristik bir özelliği olduğu oybirliğiyle kabul edilmiş.( Doğu Ve Batı Arasında İslam, Alija İzzetbegoviç,1993)

2)Müminin niyeti akıbetinden hayırlıdır hadis-i şerifi hatırlanabilir burada. 

3)Kur’an: 7/179

4)G.K. Chesterton’dan tercüme edilen ifade tam olarak şöyledir: “Mutluluk din gibi bir sırdır ve asla rasyonelleştirilmemelidir.” Ancak din yerine hidayet kelimesinin kullanılması maksada daha uygun düşmektedir. Din, insanlığın tamamıyla ilgiliyken hidayet, mutluluk gibi doğrudan insana özgü bir karakterdedir. Ayrıca bu iki kavramın rasyonelleştirilmesi diye bir durum zaten her ikisinin tabiatına da aykırıdır. Yine bu nedenle ‘rasyonelleştirilemez’ kelimesi daha uygun olmalıdır.

 

Mustafa KENARLI

YAZARLAR SAYFASINA ==>>>
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Kuralları
Yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret, küfür, aşağılayıcı, küçük düşürücü, pornografik,
ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici,
yorumların her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu yorumcuya aittir.
İsimsiz yazılan yorumlar bir saat içinde sistem tarafından otomatik olarak silinir.

sanalbasin.com üyesidir
Düzenleme | Copyright © 2013-2023 | MedER |Medya Ermenek
BİZE ULAŞIN
ghs.google.com
ghs.google.com