Modern akıl, tabiatı olduğu gibi, insanı da
görünür/tecrübe edilebilir bir şema üzerinden kurguladı ve böylece onu
ayrıcalıklı ve mesul bir özne olmaktan uzaklaştırmış oldu. İnsanın modern
zamanlarda, nasıl bir trajediye doğru savrulduğu görüldüğünde, bu kurgunun
yanlışlığı için başka bir delile ihtiyaç kalmaz.(1)
Oysa insan, hem tabiata ve beşeriyete (beden), hem de görünmeyene dönük tarafıyla (ruh) bir
bütün olarak vardır. Mehmet Akif’ insan’ adlı manzumesinde şöyle seslenir :_Ey
insan; sen hala kendini tanımıyorsun da
“ben hakir bir varlıktan ibaretim…”diyorsun. Fakat mahiyetinin
meleklerden yüksek bulunduğunu, âlemlerin sende gizlenmiş, cihanların sende
dürülüp bükülmüş olduğunu bilsen…
İnsan, varlığın anlamını ve varlık içindeki mevkiini fark
edebilecek bir donanımdadır. Kendi iç dünyasında, tabiatı, beşeriyeti, ölümü ve
ahireti yerli yerince kavradığında, kelimenin tam anlamıyla mesul davranacağı
bir hale ulaşma imkânı da bulur. Bu yokluk nedeniyledir ki, modern
algılama/anlama biçimleriyle, samimi bir insan tipi inşa edilemedi. Bir
mesuliyetin samimiyetle yerine getirilmesi, öncelikle o mesuliyete inanmayı
gerektirir. Samimi/güvenilir bir insan da, üstlendiği mesuliyetin gereğini
yerine getiriyordur.
İnsanın kendi içinde olup bitenler, her zaman dışarıya
yansıttıklarından daha önemlidir.(2) İçimizin yandığı da olur, ağladığı da,
parçalandığı da… Veya Yahya Kemal’in dediği gibi bir “sevincin hale caniyle
kanatlandığı” da... Gönül, kalp, ruh hep aynı kapıya çıkar. Duygularımızın
derinliğini/sahiciliğini ifade edebilmek için bu kelimelerden birini
kullanırız. Bütün ruhumuzla da severiz, kalbimizle de... Gönül dolusu
sevgilerimizi de vardır. Sevginin simgesi doğrudan kalptir ve merhametsiz
birini de yine doğrudan kalpsiz olarak nitelendiririz. Ancak, sevgi ve merhamet
gibi duyguların varlığı veya yokluğu için, bir tek ölçü vardır: İnsan olmak.
İçsel bir tecrübe, herhangi bir fizik kuralına tabi
değildir ama o insan için kesindir. Bir şeyin olacağı, önceden içimize
doğabilir. İçimize sinmeyen bir işte, bir kusurun olacağına şüphe yoktur.
Kalbimizi birine açarız, kime açacaksak, bu da yine onun kararına bağlıdır.
İçimizin bir türlü rahat etmediği, emin olduğunda ferahladığı durumlarda her
zaman mümkündür. En sahici seste kalbin sesidir ki hadis- i şerif te” Her
birinizin içinde bir müftü vardır.” buyrulmuştur.
İnsanın tahrip veya imar etmesi de, yapıcı veya yıkıcı
bir çığır açması da kendi içindeki gelişmelerle ilgilidir. Kalp, insan olma ve
insanlıktan uzaklaşma arasında bir seyir halindeyken, belli bir iyilik veya
kötülüğün ortaya çıkma ihtimalinin bulunduğu bir yerlerden de geçmektedir.
Bununla beraber insan, kalbinin taşlaşacağı bir yolculuğun sonunda, nasıl bir
iyilik umabilir?
İnsan, daha iyi bir hayat için, bir takım zekâ ve
kabiliyetlerin yanında, her işi yolu ve yordamınca yapabileceği sahih bir akla
da ihtiyaç duymalıdır. Yine görünür alanla ilgili her sahih okumada, hakikatin
gönderilmiş olduğu fikrine çıkan, tıpkı koyu karanlık bir geceden sabahın ilk
ışıklarına kavuşmaya benzer bir güzellik saklıdır. Hakikatin doğası veya
doğrudan hakikatle ilgili içsel bir karara varmış olmak, beşeri afetlere karşı
esaslı bir tutunmadır aynı zamanda. Öyle olmasaydı, nasıl bir göz, asırlarca
hiç sarsılmadan ayakta durmuş, beşer (ve tabiat) üstü bir kaynağı, ‘köhne’ olarak görebilirdi? Dahası belki bir asra
varmadan süsleri dökülecek veya yerle bir olacak bir kurguya nasıl hakikat diye
bağlanabilirdi? Nasıl sonsuzluk duygusu olduğu halde, ahireti inkâr edebilirdi?
”Kalpleri var ama onunla bir şey anlamıyorlar”(3)
Manevi temelden yoksun her anlama biçimi, görünmeyene
açık bir pencere olan kalbe çekilmiş birer perde gibidir. Bu perdelerden en
kalın olanı, belki de, hakikati dahi maddi şartların bir tezahürü olarak gören
anlayıştır. Buna göre insanlığın, görünmeyene inandığı ‘metafizik’ bir dönem olmuştu. Hatta bir vakitler,
dinlerin ne zaman ortadan kalkacağına dair tahminler de yapılıyordu.
İnsan, ‘olmanın’ mesuliyeti ile ‘sahip olmanın
’çekiciliği arasında mutluluğu arayan bir varlıktır. Burada mutluluğun hangi
tarafta olduğuna dair Chesterton’un yaptığı tespit yol gösterici olabilir. Onun
mutluluk ve hidayetin birer sır olduğu tespiti, insan ruhunun mahiyetiyle tam
bir örtüşme halindedir.(4) Hidayet, ortak tecrübeye kapalı , ‘manevi bir
aydınlanma ‘olarak ifade edilebilecek bir değişimi anlatır. Hiç bir hidayet
öyküsünde, hangi nedenle iman edildiğiyle, hayat tarzının baştanbaşa değişmesi
arasında, akılla açıklanabilir bir uyum bulunmaz. Ancak samimi bir inanç
temelinde, yeni bir hayat tarzı şekillenmektedir. Hidayetle birlikte bir
mesuliyet üstlenildiği de izaha muhtaç değildir.
Hidayet ve mutluluk, hem aidiyet olarak, hem kişiye
özgülüğü, hem de derin bir etkiyi ifade etmesi bakımından manidar bir benzerlik
gösterir.
Her ne kadar mutluluğun nesnel bir tarifi olmasa da,
nerede olduğuna işaret edilebilir. Kesin olan şey, bu işaretin, görünür bir
şemaya doğru olamayacağıdır. Belki de bu tarif, mesuliyetini yerine getirmiş,
bir insanın yorgun gülümseyişinde veya Fatih Sultan Mehmet Han’ın aşağıdaki
mısralarına benzer bir yerde saklıdır kim bilir? : “Verseler mülk-i cihanın
tacı-u tahtı devletin/Avni kuyun terkin etmez başına sultan olup.”: Bütün cihan
mülkünün tacı ve tahtına hükmetme şansını verip(o mülkün) başına Avni’yi sultan
etseler/ (Avni ) yine de senin mahalleni bırakıp gitmez.
Dipnotlar:
1) 1973’te Belgrad’da düzenlenen Uluslararası Kriminoloji
Kongresinde “Suçların dünyanın her tarafında baş döndürücü bir hızla arttığı
”tespitiyle beraber, bunun şimdiki zamanın karakteristik bir özelliği olduğu
oybirliğiyle kabul edilmiş.( Doğu Ve Batı Arasında İslam, Alija
İzzetbegoviç,1993)
2)Müminin niyeti akıbetinden hayırlıdır hadis-i şerifi
hatırlanabilir burada.
3)Kur’an: 7/179
4)G.K. Chesterton’dan tercüme edilen ifade tam olarak
şöyledir: “Mutluluk din gibi bir sırdır ve asla rasyonelleştirilmemelidir.”
Ancak din yerine hidayet kelimesinin kullanılması maksada daha uygun
düşmektedir. Din, insanlığın tamamıyla ilgiliyken hidayet, mutluluk gibi
doğrudan insana özgü bir karakterdedir. Ayrıca bu iki kavramın
rasyonelleştirilmesi diye bir durum zaten her ikisinin tabiatına da aykırıdır.
Yine bu nedenle ‘rasyonelleştirilemez’ kelimesi daha uygun olmalıdır.
Mustafa KENARLI













































1.jpg)






.gif)
Hiç yorum yok:
Yorum Kuralları
Yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret, küfür, aşağılayıcı, küçük düşürücü, pornografik,
ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici,
yorumların her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu yorumcuya aittir.
İsimsiz yazılan yorumlar bir saat içinde sistem tarafından otomatik olarak silinir.