Zaman nasılda akıp gidiyor! Bazen ufacık bir ayrıntı; bir hatıra ya da herhangi bir şey, tıpkı bir zaman makinesi gibi insanı alıp yıllar öncesine götürüyor. Hiç farkında olunmadan geçen günlerin üzerinde, sanki bir örtü varmış da kaldırılmış gibi, hayatımızda kimlerin/nelerin eksildiği ortaya çıkıveriyor!
Yıllar önce bir ahbabım,
Kızılay’da birlikte yürürken cadde üzerindeki bir binayı işaret ederek:_ Şu binayı
görüyor musun? Demişti, bunun bir kusuru var… Daha yeni yapıldığı ilk anda belli
ve modern tarzda inşa edilmiş olan binaya bakarak cevap vermiştim: _Hayır, bir
kusur göremiyorum… Sorunun cevabı aslında benim de yabancısı olmadığım bir
duyguyla ilgiliydi: _Kusuru şu ki bir gün yıkılacak!
Bir şehre uzun bir aradan sonra tekrar
gittiğinizde, o şehrin nasıl değiştiğini, içinde yaşayanlardan çok daha iyi
görürsünüz. Bir zamanlar her gün gelip geçtiğiniz bir caddede, aradığınız bir
binayı hiç bulamama ihtimaliniz vardır. Belki de şu köşede, samimi bir
arkadaşınızla, tatlı bir sohbete daldığınız bir çay ocağı olmalıydı, ama yoktur.
O arkadaşınız da kim bilir nerelerdedir?
Zaman, günlük hayatın telaşı
içinde bütün çocuklukları, gençlikleri, yaşama biçimlerini ve nihayet var olan
her şeyi sessiz sedasız sürüklemekte, sadece toplumlar ve şehirler değil, Dünya
da değişmekte, her gün aynı güzellikte doğan Güneş bile artık bir daha
doğmayacağı güne kadar yaşlanmaktadır. Değişmeyen tek şey ölümdür!
Zamanın insanı alıp götürdüğü
yer, hep bir hasret ve hüzündür. Abdülhak Şinasi Hisar, “Fahim Bey ve Biz”
romanının son sayfalarından birinde, ihtiyarların ölmeden önce karşı karşıya
kaldıkları ve “Ölüm, onlar daha hayat içindeyken böyle yalnızlık, sükût ve
inziva hali ile başlar” cümlesiyle dile getirdiği bir ‘Araf Hayat’ından bahseder.
Vaktiyle bu haldeyken ziyaret ettiğim bir aile büyüğüm olmuştu. Bu evin daha
dün gibi yakın bir geçmişte, nasıl çocuk sesleriyle dolduğunu anlatırken sesine
hâkim olan hüzün, hangi kelimelerle ifade edilebilir? Sahiden, günlük hayatın
yıllarca süren seslerinin içine gömüldüğü bu dört duvarın, birer mezar taşından
ne farkı vardı? Zamanın bunca aceleciliği, sanki insanı bir an önce bir hüznün
ortasına bırakıvermek içindir! O hüzün her neyse, uzadıkça uzayan bir zaman içinde
bütün teferruatıyla döner durur…
Mademki yine Abdülhak Şinasi
Hisar’ın deyişiyle“…esasta mevcut olan ancak ölüm” dür, o halde, bunun insan
ruhundaki tam karşılığı da “geçicilik duygusu” olmalı değil midir? Hayata bakışta
temel bir yol ayrımını ifade eden bu duygu, bütün manevi hastalıklara karşı da bir
şifadır aslında. Diğer taraftan geçicilik duygusuyla beraber inşa edilecek ‘bir
yolcu gibi’ olma hali, zamanın önündeki iradesiz bir sürüklenişe karşı gösterilebilecek
en berrak ve diri bir tavırdır. Kâinatın Efendisi (s. a. v)’nin “ Ağızların
tadını kaçıran ölümü sık hatırlayınız” tembihi, bu duygunun devamlı bilinç düzeyinde
tutulmasının gerekliliğine işaret eder. Böylece mümin olmakla elde edilen
vasıfların yıpranması engellenmiş ve ‘bir yolcu gibi’ olma etrafındaki davranış
örüntüsü de desteklenmiş olur.
Şehirlerimizin de mümin bir ruhu
ve ilim, gayret, sabır, tevazu, vefa, diğerkâmlık ve merhamet gibi kelimelerin
hayat bulduğu bir ahengi vardı. Hangi karakterlerin ve anlayışların elinde ve
nasıl Walter Benjamin’in 1908’de “Otobüs ya da tren kullanımının yaygınlaştığı 19.yüzyıla
kadar hiçbir zaman insanlar, dakikalar hatta saatler boyunca tek bir kelime
konuşmadan birbirlerine bakmak zorunda kalmamışlardı” şeklinde tasvir ettiği
manevi bir yoksunluğa doğru savruldu?
Uhrevi bir havayı, serin servilerin
gölgelediği küçük ama kaç asırlık bir hazirede, daha derinden soluyabilmenin
nasıl bir anlamı vardır?
Hayatın hiç bitmeyecekmiş gibi
yaşandığı bir vasatta bir mana iklimi neşvünema bulabilir mi? İnsanların ortak
hikâyesi olan medeniyetler de, tıpkı bir yolcu gibi yaşayanların eseridir. Velhasıl hayat bir hikâyedir ama ölenler için
bitmiş, yaşayanlar için devam eden bir hikâye…
Mustafa KENARLI
"Ölüm en güzel nasihattır" hakikatini ne güzel ifade etmişsin. Kalemine yüreğine sağlık dostum.
YanıtlaSil