Gün batarken, tepelerin ardında turuncu bir ışık süzülüyordu. Küçük bir köyde, taş duvarlı mütevazı bir evde yaşayan Bahtiyar, her akşam olduğu gibi kapısının önündeki tahta banka oturmuş, ufka bakıyordu. Elinde, yılların yorduğu bir tahta kaşıkla, toprak kasesinden aldığı son lokma çorbayı ağzına götürdü. Çorbanın buğusu, serin akşam havasında usulca yükseliyordu. Bahtiyar’ın yüzünde ne bir eksiklik ne de bir telaş vardı; yalnızca dingin bir gülümseme.
Bahtiyar,
köyün en yoksul adamıydı. Ne tarlası, ne sürüsü, ne de altınla dolu sandıkları,
ne de bankalarda parası vardı. Ama köyde onun kadar huzurlu bir adam da yoktu.
Komşuları, pazarda ipekler, altınlar peşinde koşar, daha büyük ahırlar, daha
geniş evler düşlerken, Bahtiyar’ın hayalleri başka bir dünyadaydı. Onun
hazinesi, sabahları dallarda ötüşen kuşların şarkısı, tarladan dönen bir
köylünün “Bahtiyar, bu akşam bize gelsene!” diye seslenişi, ya da bir çocuğun
koşarken attığı kahkahaydı.
Bir
gün, köyün zengin tüccarı Halim Bey, atının üstünde, süslü kaftanıyla Bahtiyar’ın
evinin önünden geçti. Yanında birkaç hizmetkâr, ellerinde hediyelerle dolu
sepetler vardı. Halim Bey, Bahtiyar’ın bankta oturmuş, elma ağacının gölgesinde
bir türkü mırıldandığını görünce durdu. “Bahtiyar!” dedi, kaşlarını çatarak. “Bu
köyde herkes bir şeyler kazanmanın peşinde, sen neyi kovalıyorsun? Bu
fakirlikte nasıl böyle neşeli olabiliyorsun?” dedi.
Bahtiyar,
gülümseyerek başını kaldırdı. “Halim Bey,” dedi. “Ben hiçbir şeyi
kovalamıyorum. Koşarsan, rüzgârı hissedemezsin. Oturursan, o gelir, yüzünü
okşar. Benim zenginliğim, şu an burada, bu bankta, bu elma ağacının gölgesinde.
Senin hazinelerin çok, biliyorum. Ama söyle, gece yattığında uykun kaçıyor mu,
ya bir gün hepsini kaybedersem diye?”
Halim
Bey, bir an duraksadı. Gözlerinde bir gölge geçti. Zenginliği büyüdükçe,
korkuları da büyümüştü. Kervanlarının yolunu, mallarının güvenliğini,
hırsızları, rakipleri düşünmekten geceleri uyuyamaz olmuştu. “Haklısın,” dedi
usulca. “Ama insan nasıl durur? Daha fazlasını istemeden nasıl yaşar?”
Bahtiyar,
elindeki tahta kaşığı çorbaya daldırıp bir yudum aldı. “Bak,” dedi. “Bu çorba biraz
mercimek, biraz soğan, bir tutam tuz. Ama komşum Fatma Ana getirdi bu sabah. ‘Bahtiyar,’
dedi, ‘sana da kaynattım.’ İşte bu bir lokma çorba, benim için dünyadaki en
büyük ziyafet. Çünkü içinde sevgi var, paylaşmak var. Senin altına, ipeğe
ihtiyacın yok, Halim Bey. Bir dostun içten bir selamı, bir çocuğun gülüşü, bir
akşamüstü rüzgârı… Bunlar zaten senin. Ama görmek için durman lazım.”
Halim
Bey, o gece konağında uyuyamadı. Yatağında dönüp dururken, Bahtiyar’ın sözleri
kulaklarında çınladı. Ertesi sabah, atını değil, yaşlı bir eşeği aldı. Köyün
meydanına yürüdü, elinde bir sepet elma. Çocuklara, komşulara dağıttı. Bir
ihtiyarın elini öptü, bir çobana “Hadi, bir türkü söyle!” dedi. İlk kez, yüzüne
değen rüzgârı hissetti. İlk kez, bir çocuğun kahkahası kalbini ısıttı. Ve o
akşam, Bahtiyar’ın bankına oturdu, elinde bir kap çorba. “Haklıymışsın,” dedi.
“Zenginlik, sandıklarda değil, burada, bu anlarda.”
Bahtiyar
gülümsedi. “Hoş geldin,” dedi. “Şimdi, gerçekten yaşamaya başladın.”
Ve
o günden sonra, Halim Bey’in konağında ipekler, altınlar hâlâ duruyordu. Ama
onun gerçek hazinesi, Bahtiyar’la paylaştığı o tahta bank, bir kap çorba ve
köyün meydanında yankılanan kahkahalardı. Çünkü mutluluk, dışarıda aranmazdı;
o, zaten insanın içindeydi, basit bir hayatın sakin kucağında.
16.06.2025 Konya
Durmuş Ali ÖZBEK
Hiç yorum yok:
Yorum Kuralları
Yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret, küfür, aşağılayıcı, küçük düşürücü, pornografik,
ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici,
yorumların her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu yorumcuya aittir.
İsimsiz yazılan yorumlar bir saat içinde sistem tarafından otomatik olarak silinir.