DİKKAT!
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar. |
İLGİLİ HABERLER
Dünya sosyal tarihinde, başka hiçbir yer, Batı
Avrupa kadar köklü değişikliklere sahne olmamıştı. Devrimlere ve sosyal
tabakaların yer değiştirmesine varan bir hercümerç içinde, hayata ışık tutacak
kaynağı, varoluşun maddi tarafında arayan bir akıl hâkimiyet kurmuştu. Geçmişe
ait hiç bir anlam haritasının tesir edemeyeceği yeni bir dünya kurgulanıyor;
tabiri caizse boş bir kervan, muhayyel bir zamana doğru yola çıkıyordu. Kervan;
insana, tabiata ve topluma dair araştırma ve tecrübelerle yüklenecekti ama
bunların hangi hedefleri gerçekleştireceği belli değildi. Prezzolini, daha
sonra bu durumu şöyle anlatacaktır:”…Kilise harap olmuştur ve onun uçsuz
bucaksız yıkıntılarından neye benzeyeceğini henüz bilemeyeceğimiz yeni bir yapı
gelişigüzel inşa ediliyor.” (1)
Bu ahval içinde, tutunacak bir dalı olmayan bireyin
kaygı ve ümitlerine tercüman olacak yeni bir anlatım türü ortaya çıkıyordu:
roman. Dickens, romanlarında, olay mahallinden bildiriyor gibidir. İki Şehrin
Hikâyesi’nde açlık, pislik ve yoksulluğun her sokağını sardığı bir Paris
manzarası çizilir.(2)
Sefalet içindeki halkın, gösteriş düşkünü seçkinler
tabakasıyla oluşturduğu tezat, bu manzaranın daha trajik bir parçasıdır. Suç,
cehalet ve hastalıklarla manzara tamamlanır. Dostoyevski, Paris ve Londra
izlenimlerinde, Fransız ruhunda-genelde de Batı’da-,kardeşlik değil,
bencilliğin olduğunu söyler; bir ideal olarak İhtilal sırasında ortaya çıkmışsa
da, hiçbir zaman ciddiye alınmamıştır. Asıl Fouıllee’nin şu cümleleri dikkat
çekicidir: “Muhakemeyi muhakemesizliğe kadar vardıran Fransız aklı, tabiat ve
hayatın pek görünmeyen ve derin gerekliliklerini anlamamaktadır. Yeni bir idare
usulü kurmak istedikleri zaman, ‘Buna bir ihtilal yeterlidir’ sanırlar. Zamanın
gücünü anlamazlar.” (3)
Bu arada, kendi şato veya köşkünde seçkin bir
davetli topluluğunu ağırlayabilmeyi ve nasıl içki içileceğinden nasıl dans
edileceğine kadar, bir dizi görgü kuralına uymayı gerektiren bir hayat tarzı da
gittikçe artan bir ilgi görmekteydi.(4)
Civilization, ilk kez bu aristokrat hayat tarzını
ifade için kullanıldı ve zamanla öteki (barbar) karşısına yerleştirilerek
sömürgecilikle at başı giden bir yaygınlık kazandı.
Medeniyet kavramı, Osmanlıda, ‘civilization’la aynı
anlama gelecek şekilde icat edildi. İçinde yaşadığı topluma yabancılaşmış ve iç
yüzünü bilmediği bir kültüre hayranlık duyan, aslında belirgin niteliği ‘uydu’
bir tip olmaktan öteye geçmeyen Osmanlı aydını, bu yeni hayat tarzına büyük bir
heves duydu. Bundan böyle ‘medeniyetin
kıblesi ‘ Paris’ti. Hoca Tahsin Efendi: “Paris’e git bir gün evvel akl u fikrin
var ise/ Aleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris’e” diyordu. Andı’nın
ifadesiyle, trajik olanla bağlantısı ünsiyet haline dönüşmüş olan batılı hayat
tarzının gölgesi düşmüştür artık.
Maddeci hayat tarzı, Osmanlı toplumunda
‘alafrangalık’ haliyle iyice görünür oldu ve alafranga tipler ortaya çıktı.
Kılık kıyafet ve adabı muaşeret kurallarına uymadaki aşırı özenti, ahlaki
düşüklük ve cehaletin gülünç bir terkibi olan bu tip; Felatun Beyle Rakım
Efendi, Araba Sevdası ve Şık romanlarında boy göstermeye başladı.(5)
Ahmet Mithat Efendi, romanındaki Felatun Bey’le
alay eder ama gidişatın sonunda, Berna Moran’ın” Alafranga Züppeden Alafranga
Haine” başlığıyla incelediği acı bir taraf da vardır.(6)
Maddeci kültür sahasında, Amerikalı fizikçi Ralp
Lapp’ın dediği gibi devam ediyor her şey: “Hiç kimse, günümüzün yaşayan en
büyük bilginleri bile, bilimin bizi nereye götürdüğünü bilmiyor. Gittikçe hızı
artan bir tren içindeyiz.” Üstelik
insanın organizmaya, toplumun mekanik bir aygıta indirgendiği bu bilme
tarzıyla, bütün dertlerin biteceği bir son nokta imkânsız görünüyor. Gerçekten
de böyle bir noktaya ulaşılsa bile, bu aygıtın çalıştırılma usul ve esaslarını
kimin nasıl belirleyeceği tam bir muamma. Şu halde romanın ölmesi bir tarafa,
bireyin iç çelişkilerine, çıkmazlarına ve arayışlarına dair anlatacağı daha çok
şeyi olacağı tahmin edilebilir.
Maddeci kültürün altın çağ hayali devam ededursun,
tarih penceresi, belli dönemlere açıldığında; Kurtuba’nın, İşbiliye’nin,
Semerkant’ın, Buhara’nın (vs.) göz alıcı pırıltısı, Müslümanların kendi altın
çağlarıına birçok defa ulaştığını söyler. Aslında bu, Müslüman aklın; taşa ve
toprağa, sanata ve edebiyata, ahlaka ve maneviyata dokunuşudur.
İslam, insanlığa nasıl son bir çağrı ise, Müslüman
akılda, vahiyle var oluş arasında sahih bir bağ kurabilecek yegâne imkândır. Bu
akıl, “O (Allah) aklını kullanmayanları pislik içerisinde bırakır”*
hakikatinden yola çıkar ve yaradılış maksadına uygun faaliyetlerle anlamlı hale
gelir. Müslüman bilim adamı hüviyeti de, maddi kültürün bilme tarzıyla değil, Müslüman
aklın bilme tarzıyla faaliyete geçildiğinde kazanılır. **
Yahya Kemal, bir toprak parçasının, manevi
hedeflere göre nasıl değiştiğini ne kadar veciz anlatır:” Ah! Büyük Cedlerimiz!
Onlarda Galata, Beyoğlu gibi Frenk semtlerine yerleşirlerdi, fakat
yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nuru belirir, beş vakitte ezan işitilir,
asmalı minare, gölgeli mescid peyda olur, sokak köşesinde bir türbenin kandili
uyanır, hâsılı o toprağın o köşesi imana gelirdi”.(7)
Osmanlı asırları; Müslüman aklın faaliyette
bulunuşu ve işlerlikten uzaklaşmasının yanı sıra, maddeci kültürde medet umuşu
da ifade eder. (8)Takiyüddin rasathanesinin topa tutuluşu, aslında Müslüman
aklın topa tutuluşudur ki, tamda: “Erişir fasl-ı hazan, bağ u bahar elden gider
“mısraının/ ifade ettiği anlamın hatırlanacağı anlardan biridir.
Gelgelelim romanın bizde neden doğmadığına.
Aşağıdaki satırlar bu sorunun cevabı gibi de okunabilir: “Mescidi, büyük
çınarın altındaki çeşmesi, kıraathanesi, çocukların oynadığı boş arsaları,
bakkalı, seyyar satıcıları ve bahçe içindeki evleriyle orası bizim
mahallemizdi... Mahallenin zenginleri servetlerini teşhir etmezler, orta halli
yer, içer, giyinirlerdi. Kendilerine karşı israfa kaçmayan bu insanlar verirken
çok cömertlerdi. Kimsenin isteme durumuna düşmemesi için fakir fukarayı arar
bulurlar, zevkte, sefada yemeyip vatan evlatlarına tahsil imkânı sağlarlardı.
Bu dünyadan göçerken sadece yaptığı iyilikleri götüreceklerini bilirdi
insanlar.” (9)
Mustafa KENARLI
Kaynakça ve Dipnotlar:
1)Avrupa’nın Entellektüel Tarihi, François Chaubet,
2021,İstanbul
2)Türkiye’nin Sosyal Tarihi, Zihinsel Savrulma,
Celalettin Vatandaş,2023,İstanbul
3)Avrupa Milletlerinin Karakter ve Psikolojileri, Alfred
Fouıllee,2012,İstanbul
4İslam-Batı ilişkileri Çerçevesinde Medeniyet
Meselesi, Tahsin Görgün, Prof.Dr,2020,İstanbul
5)Roman ve Hayat, M. Fatih Andı,
Doç.Dr,1999,İstanbul
6)Kökten Uca Bir Kopuş Yunus Emre
Özsaray2021,İstanbul
7)Yahya Kemal ve Din, Habil Şentürk Prof.
Dr,2014,İstanbul
8)İslam Kültüründe Kurucu Paradigmanın Değişimi,
İbrahim Çetintaş,2022,Ankara
9))Edep Mektebinden Hatıralar, Haluk Sena
Arı,2005,İstanbul
*Kur’an:10/100
**Hristiyanlığın macerası, Hz. İsa’dan sonra, İncilin eksen alınması
üzerinden değil, tahrifi üzerinden ilerledi. Aydınlanmayla beraber bilim,
sanat, ekonomi gibi bütün dünyevi pratikler, her türlü maneviyattan uzak bir
şekilde gerçekleştirildi. Dahası, söylem gücünün de elde bulundurulması
dolayısıyla, böyle olması gerektiği dünya ölçeğinde dikte edildi. Hâlbuki bu
bir gereklilik değil apaçık yoksunluktur. Gerçek bir medeniyet, kökü maneviyat
olan bir tasarıma dayanır ve bütün pratikler bu tasarımın öngördüğü hedeflere
göre yapılır. Ayrıca bu faaliyetler sırasında uyulması gereken kurallar da
vardır. Mesela, insanlığın ve tabiatın zararına sebep olunamayacağı, beyaz adam
üzerinde denenemeyen bir icadın herhangi bir Afrika kabilesi üzerinde de
denenemeyeceği, teknolojinin bir sömürü aracı olarak kullanılamayacağı gibi.
Müslüman bilim adamı, bilime imanın bir gereği olarak değil, Allah’ın insanı
mesul tuttuğu hedefler için bilim yapar.
DİKKAT!
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar. |
İLGİLİ HABERLER
DİKKAT!
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar. |
İLGİLİ HABERLER
Kentin
gri betonlarının arasında, adliyenin loş koridorlarında, her gün aynı telaş
hüküm sürerdi. Dava dosyaları masalarda birikir, avukatlar koşuşturur,
müvekkiller umutla ya da çaresizlikle beklerdi. Ama o gün, Sema için farklıydı.
Onun için bu, sadece bir dosya değildi; yılların yükünü taşıyan, içini kemiren
bir hikâyeydi.
Sema,
genç bir avukattı. Henüz otuzlarının başında, idealist ama hayatın sert
köşeleriyle yeni yeni tanışıyordu. Üstlendiği boşanma davası, on iki yıldır
kapanmamış bir yara gibiydi. Müvekkili Ayşe, bir zamanlar sevgiyle başladığı
evliliğini bitirmek için on iki yıl önce yola çıkmış ama dava bir türlü
sonuçlanmamıştı. Koca, başka bir şehre gitmiş, çocuklar bölünmüştü. Kızı
babayla, oğlu anneyle kalmıştı. Yollar ayrılmış, hayatlar kopmuştu. Ayşe,
oğlunu büyütürken kızını sadece rüyalarında görmüş; baba, kızına sarılırken
oğlunun kokusunu unutmuştu.
Sema,
dosyayı ilk eline aldığında hissettiği ağırlığı hâlâ hatırlıyordu. Kâğıtlar
sadece hukuki terimlerle dolu değildi. Her satırında bir ailenin dağılmış
parçaları saklıydı. Ayşe’nin gözlerindeki keder, Sema’yı uykusuz bırakmıştı. Ayşe,
sesi titreyerek “Onları bir kez daha görmek istiyorum.” demişti. “Kızımı,
oğlumu… Bir anne nasıl dayanır bu hasrete?”
Duruşma
günü geldiğinde, adliyenin üçüncü katındaki küçük salonda hava ağırdı. Sema,
müvekkili Ayşe’nin yanında, dosyalarını düzenliyordu. Karşı tarafın avukatı,
bir köşede müvekkiliyle fısıldaşıyordu. Hâkim, masasında dosyayı inceliyor,
kâtip klavyede notlar alıyordu. Salonun kapısı açıldığında, önce bir gölge
düştü içeri. Sonra bir adam, ardından genç bir kız ve bir delikanlı. Ayşe’nin
nefesi kesildi. Sema, müvekkilinin elini sıkıca tuttu.
O
an, zaman durdu. Salonun sessizliğini bir fısıltı bozdu önce; Ayşe’nin
dudaklarından dökülen bir “Oğlum…” kelimesi. Aynı anda, karşıdaki adam, yani
baba, “Kızım…” diye mırıldandı. Sonra, sanki görünmez bir ip hepsini birbirine
çekti. Kız, babasının kollarına atıldı; oğul, annesinin boynuna sarıldı.
Kardeşler, birbirlerini bulduklarında, yılların özlemi bir çığ gibi patladı.
Sarılmalar, hıçkırıklar, kesik kesik kelimeler… “Anne… Baba… Ablam…” Kimse
kimseden ayrılmak istemiyordu. Sanki bir an için dünya, sadece onların
kavuşması için dönüyordu.
Hâkim,
gözlüğünü çıkarıp masaya koydu. Kâtip, klavyeden elini çekti. Sema’nın gözleri
doldu ama ağlamamak için dudaklarını ısırdı. Salondaki diğer avukatlar,
mübaşir, hatta bir sonraki duruşmayı bekleyen yabancılar bile sessizce
gözyaşlarını sildi. Kimse konuşmadı. Sadece o ailenin koklaşması, sarılması,
birbirine dokunması vardı. Yıllar önce kopan bağlar, o birkaç dakikada yeniden
örülüyordu.
Yarım
saat sonra, hâkim tokmakla masaya vurduğunda, herkes toparlandı. Ama o an,
salondaki herkesi değiştirmişti. Sema, dosyayı kapatırken, hukukun sadece kâğıt
ve kanunlardan ibaret olmadığını anladı. O gün, adalet, bir ailenin birbirine
kavuşmasında saklıydı.
Dava,
birkaç ay sonra sonuçlandı. Boşanma gerçekleşti ama o aile, o duruşma salonunda
yeniden bir olmuştu. Sema, her adliyeye gittiğinde, o koklaşmayı, o sarılmayı
hatırlar. Ve her defasında, içindeki idealist genç avukat, bir aileyi
kurtarmanın değil, bir anı yaşatmanın ne kadar kıymetli olduğunu düşünür.
17.06.2025 Konya
Durmuş
Ali ÖZBEK
DİKKAT!
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar. |
İLGİLİ HABERLER
Suriye’nin Halep şehrinden 2012’de kaçıp
Türkiye’ye sığınan Hüseyin, Fatma ve iki çocukları, Ahmed ile Zeynep’in
hikâyesi, hem bir kayıp hem de bir yeniden başlangıç öyküsüydü.
On üç yıl boyunca İstanbul’un kenar
mahallelerinden birinde, küçük bir dairede yaşamışlardı. Hüseyin, inşaatlarda
çalışarak, Fatma ise komşuların evlerinde temizlik yaparak geçimlerini
sağlamıştı. Çocuklar, Türkiye’de doğup büyümüş, Türkçe öğrenmiş, mahallede
arkadaş edinmiş, okula gitmişti. Zeynep, lise son sınıfta okulunun başarılı
öğrencilerinden biriydi. Ahmed ise mahallenin futbol takımında yıldız bir
oyuncuydu. Türkiye, onlara hem sığınak olmuş hem de yeni bir kimlik
kazandırmıştı. Ama içlerinde hep bir yara kanıyordu; vatan hasreti.
2025’te Suriye’de savaşın ateşi sönmeye yüz
tutmuş, bazı bölgeler yeniden inşa edilmeye başlanmıştı. Hüseyin ve Fatma,
Halep’e dönme hayaliyle yanıp tutuşuyordu. Çocuklar ise kararsızdı. Türkiye’yi
vatan bellemişlerdi ama aile birliğini bozmak istemiyorlardı. Sonunda, bir
sabah eşyalarını toplayıp Halep’e doğru yola çıktılar. Dönerlerken içlerinde
bir umut vardı ama aynı zamanda derin bir belirsizlik.
Halep’e vardıklarında karşılaştıkları
manzara, hayallerini gölgeledi. Şehir, savaşın izlerini fazlasıyla taşıyordu.
Hüseyin’in çocukluk evi artık bir moloz yığınıydı. Mahallede tanıdık yüzler
azalmış, komşular ya başka ülkelere göçmüş ya da hayatlarını kaybetmişti.
Elektrik ve su kesintileri günlük hayatı
zorlaştırıyordu. Hüseyin, inşaat tecrübesine güvenerek iş bulabileceğini
düşünmüştü ama yeniden inşa projeleri sınırlıydı ve yerel halk öncelikliydi.
Fatma, evde yemek yapmaya çalışırken tanıdık tatları bulmakta zorlanıyordu.
Türkiye’de alıştıkları ürünlerin çoğu burada yoktu ya da çok pahalıydı.
Ahmed ve Zeynep için dönüş daha karmaşıktı. Türkçeyi ana dilleri gibi konuşan bu gençler, Arapçayı akıcı şekilde konuşsalar da Halep’in yerel şivesine yabancılık çekiyorlardı. Zeynep, Türkiye’deki okul hayatını özlüyordu. Halep’teki okullarda eğitim sistemi farklıydı, sınıflar kalabalık ve kaynaklar kısıtlıydı. Ahmed, mahallede futbol oynayacak bir saha bulamadı. Arkadaşlarının çoğu Türkiye’de kalmıştı. İkisi de sık sık İstanbul’daki mahallelerini, simitçinin sesini, Boğaz’daki martıları ve arkadaşlarıyla geçirdikleri akşamları anıyordu.
Bir akşam, aile sofrasında otururken Zeynep,
Türkiye’den getirdikleri bir kutu çayı çıkardı. “Bunu içince sanki hâlâ
oradayız.” dedi hüzünle. Fatma, çay bardağını elinde tutarken gözleri doldu.
“Türkiye bize kucak açtı ama bizim köklerimiz burada.” dedi. Hüseyin ise
sessizdi. Türkiye’de geçirdikleri yıllarda kazandıkları dostlukları,
komşularının sıcaklığını, çocuklarının Türkçe şiirler okuduğu okul
müsamerelerini düşünüyordu. Ancak Halep’te, kendi topraklarında olmanın
ağırlığı da bir o kadar gerçekti.
Bir gün Hüseyin, mahallede eski bir komşusuna
rastladı. Adam, “Türkiye’de ne yaptınız bu kadar yıl?” diye sordu. Hüseyin,
gülümseyerek, “Yaşadık, çalıştık, çocuklarımız büyüdü. Ama en çok, barışın
hayalini kurduk.” dedi. Komşu başını salladı. “Burada da o hayal için
uğraşıyoruz ama kolay değil.”
Aile, Halep’te birçok zorlukla karşılaştı.
Ekonomik sıkıntılar, iş bulma güçlüğü ve temel ihtiyaçlara erişimdeki sorunlar,
günlük hayatı bir mücadele haline getirdi. Çocukların eğitim sistemi ve sosyal
çevreye uyum sağlaması zaman aldı. Türkiye’de alıştıkları düzen, burada bir
lükstü. Ayrıca, savaş sonrası toplumda güven eksikliği ve sosyal bağların
zayıflaması, ailenin yalnız hissetmesine neden oldu. Türkiye’deki komşuluk
ilişkileri ve mahalle dayanışması burada eksikti.
Zeynep bir gün annesine; “Anne,
Türkiye’deyken Suriyeliydik, buradaysa sanki yabancıyız.” dedi. Bu söz, ailenin
içindeki ikilemi özetliyordu. Türkiye, onlara hem bir yuva hem de geçici bir
sığınak olmuştu. Halep ise hem vatanları hem de yeniden tanımaları gereken bir
yabancıydı.
Zamanla, aile küçük adımlarla yeni bir düzen
kurmaya başladı. Hüseyin, bir inşaat kooperatifinde iş buldu. Fatma,
mahalledeki kadınlarla bir araya gelip küçük bir yemek atölyesi kurdu.
Türkiye’den öğrendiği tarifleri Halep’in tatlarıyla harmanladı. Zeynep, okulda
öğretmenlerinin dikkatini çekti ve bir burs kazanarak eğitimine devam etme
şansı buldu. Ahmed, mahallede birkaç çocukla futbol oynamaya başladı. Eski
sahasını özlese de yeni arkadaşlıklar kuruyordu.
Bir akşam, aile yeniden çay sofrasında
buluştu. Hüseyin; “Türkiye bize çok şey öğretti.” dedi. “Ama burada, kendi
toprağımızda, o öğrendiklerimizi yeniden inşa için kullanacağız.” Fatma
gülümsedi: “Ve bir gün, belki çocuklarımız hem burayı hem orayı vatan bilecek.”
Halepli bir ailenin iki vatan arasındaki
yaşam köprüsünde Türkiye’de geçirdikleri on üç yıl, onlara dayanıklılık,
dostluk ve yeni bir dil kazandırmıştı. Halep’e dönüş ise hem bir özlemle
kavuşma hem de yeniden inşa mücadelesiydi. Her iki ülkede de karşılaştıkları
zorluklar, onların umudunu kıramadı; çünkü aile, sevgiyle ve dayanışmayla her
yaranın sarılabileceğini öğrenmişti.
24.05.2025 Konya
Durmuş Ali ÖZBEK
Kültür Bakanlığı Halk Şairi
DİKKAT!
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar. |
İLGİLİ HABERLER
Her sabah aynı saatte uyanır, kahvesini alıp pencerenin önüne otururdu. İstanbul’un gri gökyüzüne bakarken, içindeki boşluk sanki o gökle yarışırdı. 35 yaşında, bir reklam ajansında metin yazarıydı. Günleri toplantılar, son teslim tarihleri ve bitmeyen bildirimlerle doluydu. Ama son zamanlarda, telefonunu eline aldığında, ekranın ötesinde bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordu. Sanki biri, onun hayatından bir parçayı çalıp gitmişti.
Bir
akşam, ofisten çıkıp eve yürürken, telefonunda eski bir mesaj bildirimi gördü.
Gönderen: "Bilinmeyen Numara." Mesaj, tek kelimeydi:
"Unuttun." Kalbi birden hızlandı. Kimdi bu? Yanlış numara mıydı,
yoksa bir şaka mı? Mesajı silmeyi düşündü, ama bir şey onu durdurdu. O kelime,
"Unuttun." beyninde yankılanıyordu.
Eve
vardığında, eski kutuları karıştırmaya başladı. Yıllar önce, lise
arkadaşlarıyla yazdığı mektuplar, sararmış fotoğraflar... ve sonra, bir not
defteri. Sayfalarında, 20’li yaşlarının başında yazdığı hayaller vardı: bir
roman yazmak, dünyayı gezmek, özgür olmak. Ama en çok, bir isim dikkatini
çekti: Zeynep. Çocukluk arkadaşı, bir zamanlar gölgesi gibi peşinden ayrılmayan
Zeynep. Üniversitede yolları ayrılmış, sonra bir kavga, bir sessizlik... ve Zeynep’i
tamamen unutmuştu.
O
gece, mesajın Zeynep’ten geldiğine emin oldu. İnternette aradı, eski
numaralarını denedi, ama iz yoktu. Günler geçti, hayatı altüst olmuştu. İş
yerinde dalgın, geceleri uykusuzdu. Her an, o mesajın gölgesi peşindeydi.
Sonunda, bir akşam, Zeynep’in eski mahallesine gitti. Dar sokakta, Zeynep’in
annesinin evini buldu. Kapıyı çaldı, titreyerek.
Kapıyı
açan yaşlı kadın, Elif’i tanıyıp gülümsedi. “Zeynep mi? O yurtdışına taşındı,
yıllar oldu.” dedi. Elif, mesajdan bahsetti. Kadın şaşırdı. “Zeynep’in telefonu
mu? Kızım iki yıl önce öldü, Elif.” Bir an durdu “Kanser...” diyebildi gözlerinden
yaşlar damarken.
Elif’in
dizleri titredi. Eve dönerken, telefonu elinde, o tek kelimeye bakıyordu:
"Unuttun." Belki Zeynep değildi, belki bir tesadüftü. Ama o gece,
Elif masasına oturdu, yıllardır dokunmadığı bir defteri açtı ve yazmaya
başladı. İlk cümle, “Zeynep’in gülüşünü hatırlıyorum,” oldu. Gözyaşları kâğıda
damlarken, Elif unuttuğu şeyin sadece Zeynep olmadığını anladı. Kendi
hayallerini, kendi ruhunu da unutmuştu.
O
mesaj, kimden gelirse gelsin, Elif’i kendine geri getirmişti. Şehir uykudayken,
o yazmaya devam etti. Gölgesiyle barışmıştı.
19.06.2025 Konya
Durmuş
Ali ÖZBEK
DİKKAT!
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar. |
İLGİLİ HABERLER
Tepelerin
arasında, küçük bir kasabada, yaşlı bir adam olan Hüseyin Dede yaşardı. Hüseyin
Dede’nin en yakın dostu, sadık köpeği Karabaş’tı. Karabaş, ne bir cins köpek ne
de gösterişli bir hayvandı. Ama gözlerinde öyle bir vefa vardı ki, kasabalılar
onun Hüseyin Dede’yle olan bağını konuşurdu. Karabaş, dedenin gölgesi gibiydi;
tarlaya giderken peşinden koşar, akşamları sobanın başında onunla sessizce
otururdu.
Bir
gün kasabaya yabancı Cemal adında bir adam geldi. Şık kıyafetleri, parlak ayakkabıları
ve kibirli bir gülümsemesi vardı. Kasabalılara, büyük şehirde zengin bir iş
insanı olduğunu, ama buralarda “gerçek” bir dost aradığını söyledi. Gözü
Karabaş’a takıldı. “Bu köpek başka,” dedi Hüseyin Dede’ye. “Sana ne istersen
vereyim, sat bunu bana.”
Hüseyin
Dede güldü. “Karabaş satılık değil, evlat. O benim dostum, can yoldaşım. Para
onun değerini ölçemez.” Cemal ısrarcıydı. Cebinden kalın bir deste para
çıkardı, sonra bir araba anahtarı, en son da şehirdeki bir evin tapusunu masaya
koydu. “Seç birini.” dedi. “Karabaş’ı alayım.”
Dede’nin
gözleri bulutlandı. “Evlat,” dedi, “sadakati para için satan, sattığı kişinin
köpeği olur. Karabaş’ın dostluğu, senin paranın alamayacağı kadar büyük.” Cemal
alaycı bir kahkaha attı. “Görelim bakalım,” dedi ve kasabadan ayrıldı.
Aradan
haftalar geçti. Cemal, kasabaya geri döndü. Bu kez yanında başka bir köpek
vardı; gösterişli, tüyleri parlak, ama gözleri soğuk bir hayvan. “Bak, Hüseyin
Dede,” dedi, “bu köpeği şehirde binlerce liraya aldım. Senin Karabaş’ından kat
kat üstün.” Hüseyin Dede, köpeğe baktı, sonra gülümsedi. “Parayla alınır, ama
sadakat alınmaz.” dedi.
O
gece kasabada fırtına koptu. Cemal’in gösterişli köpeği, zincirini koparıp
kaçtı, bir daha görülmedi. Karabaş ise Hüseyin Dede’nin kulübesinin kapısında,
sırılsıklam, sabaha kadar bekledi. Sabah olduğunda, dede kapıyı açtı ve
Karabaş’ın başını okşadı. “Senin değerin, hiçbir parayla ölçülmez.” dedi.
Cemal,
kasabada bir süre daha dolaştı, ama ne dost bulabildi ne de sadakat. Parası
çoktu, ama yalnızdı. Hüseyin Dede ve Karabaş ise her akşam sobanın başında,
birbirlerine yeterdi.
Sonuç:
Sadakat, para ile satın alınamaz; çünkü gerçek dostluk, bedel biçilemeyen bir
hazine gibidir. Parayla alınanlar, sadece efendilerinin gölgesi olur.
18.06.2025 Konya
Durmuş Ali ÖZBEK
Kültür Bakanlığı Halk Şairi
DİKKAT!
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar. |
İLGİLİ HABERLER
Gün batarken, tepelerin ardında turuncu bir ışık süzülüyordu. Küçük bir köyde, taş duvarlı mütevazı bir evde yaşayan Bahtiyar, her akşam olduğu gibi kapısının önündeki tahta banka oturmuş, ufka bakıyordu. Elinde, yılların yorduğu bir tahta kaşıkla, toprak kasesinden aldığı son lokma çorbayı ağzına götürdü. Çorbanın buğusu, serin akşam havasında usulca yükseliyordu. Bahtiyar’ın yüzünde ne bir eksiklik ne de bir telaş vardı; yalnızca dingin bir gülümseme.
Bahtiyar,
köyün en yoksul adamıydı. Ne tarlası, ne sürüsü, ne de altınla dolu sandıkları,
ne de bankalarda parası vardı. Ama köyde onun kadar huzurlu bir adam da yoktu.
Komşuları, pazarda ipekler, altınlar peşinde koşar, daha büyük ahırlar, daha
geniş evler düşlerken, Bahtiyar’ın hayalleri başka bir dünyadaydı. Onun
hazinesi, sabahları dallarda ötüşen kuşların şarkısı, tarladan dönen bir
köylünün “Bahtiyar, bu akşam bize gelsene!” diye seslenişi, ya da bir çocuğun
koşarken attığı kahkahaydı.
Bir
gün, köyün zengin tüccarı Halim Bey, atının üstünde, süslü kaftanıyla Bahtiyar’ın
evinin önünden geçti. Yanında birkaç hizmetkâr, ellerinde hediyelerle dolu
sepetler vardı. Halim Bey, Bahtiyar’ın bankta oturmuş, elma ağacının gölgesinde
bir türkü mırıldandığını görünce durdu. “Bahtiyar!” dedi, kaşlarını çatarak. “Bu
köyde herkes bir şeyler kazanmanın peşinde, sen neyi kovalıyorsun? Bu
fakirlikte nasıl böyle neşeli olabiliyorsun?” dedi.
Bahtiyar,
gülümseyerek başını kaldırdı. “Halim Bey,” dedi. “Ben hiçbir şeyi
kovalamıyorum. Koşarsan, rüzgârı hissedemezsin. Oturursan, o gelir, yüzünü
okşar. Benim zenginliğim, şu an burada, bu bankta, bu elma ağacının gölgesinde.
Senin hazinelerin çok, biliyorum. Ama söyle, gece yattığında uykun kaçıyor mu,
ya bir gün hepsini kaybedersem diye?”
Halim
Bey, bir an duraksadı. Gözlerinde bir gölge geçti. Zenginliği büyüdükçe,
korkuları da büyümüştü. Kervanlarının yolunu, mallarının güvenliğini,
hırsızları, rakipleri düşünmekten geceleri uyuyamaz olmuştu. “Haklısın,” dedi
usulca. “Ama insan nasıl durur? Daha fazlasını istemeden nasıl yaşar?”
Bahtiyar,
elindeki tahta kaşığı çorbaya daldırıp bir yudum aldı. “Bak,” dedi. “Bu çorba biraz
mercimek, biraz soğan, bir tutam tuz. Ama komşum Fatma Ana getirdi bu sabah. ‘Bahtiyar,’
dedi, ‘sana da kaynattım.’ İşte bu bir lokma çorba, benim için dünyadaki en
büyük ziyafet. Çünkü içinde sevgi var, paylaşmak var. Senin altına, ipeğe
ihtiyacın yok, Halim Bey. Bir dostun içten bir selamı, bir çocuğun gülüşü, bir
akşamüstü rüzgârı… Bunlar zaten senin. Ama görmek için durman lazım.”
Halim
Bey, o gece konağında uyuyamadı. Yatağında dönüp dururken, Bahtiyar’ın sözleri
kulaklarında çınladı. Ertesi sabah, atını değil, yaşlı bir eşeği aldı. Köyün
meydanına yürüdü, elinde bir sepet elma. Çocuklara, komşulara dağıttı. Bir
ihtiyarın elini öptü, bir çobana “Hadi, bir türkü söyle!” dedi. İlk kez, yüzüne
değen rüzgârı hissetti. İlk kez, bir çocuğun kahkahası kalbini ısıttı. Ve o
akşam, Bahtiyar’ın bankına oturdu, elinde bir kap çorba. “Haklıymışsın,” dedi.
“Zenginlik, sandıklarda değil, burada, bu anlarda.”
Bahtiyar
gülümsedi. “Hoş geldin,” dedi. “Şimdi, gerçekten yaşamaya başladın.”
Ve
o günden sonra, Halim Bey’in konağında ipekler, altınlar hâlâ duruyordu. Ama
onun gerçek hazinesi, Bahtiyar’la paylaştığı o tahta bank, bir kap çorba ve
köyün meydanında yankılanan kahkahalardı. Çünkü mutluluk, dışarıda aranmazdı;
o, zaten insanın içindeydi, basit bir hayatın sakin kucağında.
16.06.2025 Konya
Durmuş Ali ÖZBEK
DİKKAT!
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar. |
İLGİLİ HABERLER
Bir fırıncı, dükkânının önünde titreyen, aç bir adama rastladı. Adamın üstü başı perişan, yüzü solgundu. Fırıncı, içinden bir an tereddüt geçtiyse de, tezgâhtan sıcacık bir somun ekmek aldı, adama uzattı. “Al, karnını doyur,” dedi, sesinde bir iyilik tınısı, ama gözlerinde bir hesap.
Adam
ekmeği aldı, teşekkür etti, tam bir lokma koparacakken fırıncı seslendi: “Aman,
o ekmeği yavaş ye, bu tam buğday, özel undan, ziyan etme!” Adam başını salladı,
ekmeği ısırdı. Birkaç adım atmıştı ki fırıncı yine seslendi: “Hey, o ekmeği
sakın yere düşürme, üstü susamlı, dökülürse yazık olur!” Adam durdu, ekmeğe
baktı, sustu. Biraz daha yürüdü, fırıncı bir kez daha bağırdı: “Bak, o ekmeği
hepsini yeme ha, o kadar emek verdim, paylaş başkasıyla!”
Adam
durdu. Yüzünde ne öfke ne kırgınlık, sadece yorgun bir tebessüm. Ekmeği elinde
tarttı, sonra yavaşça fırına geri döndü. Tezgâha koydu ekmeği, “Sağ ol, ama ben
açlığıma razıyım,” dedi. Cebinden buruşuk bir kâğıda sarılı bayat bir ekmek
parçası çıkardı, onu kemirmeye başladı ve yoluna devam etti.
Not: Öyküdeki olayın sizde uyandırdığı duyguyu yazar mısınız? 16.06.2025 Konya Durmuş Ali ÖZBEK
DİKKAT!
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar. |
İLGİLİ HABERLER
Sıcak bir Ağustos sabahında, taşlı toprakların
arasında zorluklarla ulaştığımız Sorkun başındaki harmanda; annem, babam ve ben… Yıl 2002, yayla harmanı
zamanı. Emeğin ve alın terinin en saf hâlini sergiliyoruz.
Gökyüzünde beyaz bulutlar süzülürken, yeryüzünde
sabrın ve sevdanın hikâyesini yazmaya çalışıyoruz.
Annemin yüzünde dingin bir tebessüm, başında beyaz
yazmasıyla güneşe direnmiye çalışıyor.
Yanında, zamana meydan okuyan gururlu bir duruşla
babam… Başında şapkası, sırtında gömleği ve yıpranmış giysileriyle, toprağın
bize sunduğu nimetleri istifleme çabasında.
Arkalarında gençlik ve toyluk ile duran, ailenin
emeğine katkı sağlamaya çalışan genç delikanlı ise ben. Geleceğe baka bilmek
için,emeğin tam ortasındayım!!!!!
Geçmişten devraldığımız külterel ve yaşam
felsefesini omuzlarımızda taşımaya çalışıyoruz.
Etrafımızı saran devasa çuvallar, bir yılın
emeğinimi, yoksa tarlalarda bıraktığımız saklı hayatlarımızı mı simgeliyor.
Bu çuvallar sadece ürün değil; aynı zamanda sabır,
azim ve aile bağlarının da simgesi.
Bu kare sadece bir hasat günü değildir.
Bu, köyümüz Yukarı Çağlar’ın binlerce yıllık
üretim kültürünün, doğayla iç içe geçmiş yaşam biçiminin bir yansımasıdır.
Toprak, bizim karakterimize öyle işlemiştir ki; bir karış toprak, bir ömrü taşır içinde.
Modern hayatın karmaşası içinde bu fotoğraf;
geçmişimize, emeğimize ve özlemlerimize dair gerçek zenginliği fısıldayan bir
hatıradır.
Annemin mekânı cennet olsun. Rabbim babama hayırlı
ve sağlıklı ömürler versin.
Yıl 2002 - Sorkun başında, yayla harmanında
çekilen bu fotoğraf…
Hasretle, minnetle, özlemle…
Hüseyin Bağcı
12.06.2025 – İstanbul
DİKKAT!
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar. |
İLGİLİ HABERLER
Çocukluk yıllarımızdan itibaren konuştuklarımız,
çeşitli kelimeleri bilerek veya bilmeyerek unuttuğumuz kelimeler, deyimler,
atasözleri kişisel kültürümüzü açığa çıkardığı gibi yöre insanımızın hem
kültürel kodlar hem de renk algısı açısından önemlidir.
Özellikle dil
gözlemleri çok değerli bir yerel ağız kodlarını da açığa çıkarır. Ermenek yöremizin
bu tür kodları açığa çıkaracak insanlarımıza da elbette her zaman ihtiyacımız
vardır.
1980’li yıllarda
başladığım yöre halkı arasında kullanılan kelimeler, deyimler, benzetmeler, atasözlerimizi
açığa çıkarma çabam önce Sbide Antik Kenti adlı kitabıma eklediğim yerel
kelime, deyim, benzetme, atasözleri bölümlerini oluştururken 22 yılı bulan bir
gözlem çalışmalarım ile katkı oluşturmaya çalıştım. Daha sonra Ermenek
Belediyesinin oluşturduğu yerel sözlüğe de elimden gelen katkıyı da
sağlamıştım.
Ne var ki dil ve ağız
çalışması öyle birkaç yıla sığacak bir durum değildir. Gerçekten bir ömür
üzerinde çalışılacak bir konudur. Çünkü kültürel kodların hemen oluşmadığı
aşikârdır. Ağız çalışmaları da aynı hassasiyeti gerektirir.
Bu ağız örneklerini zaman zaman mutlaka
duyduğumuz olmuştur. Benzer deyimler örneklerinden "çamur sarısı",
"koyun boku yeşili", "sıçan tüyü rengi" gibi ifadeler de
halk arasında renk tanımı için kullanılır.
Kendi yöremizden,
yerel ağızda buna benzer bir örnek eklersem sarı renge "nini boku" diye 1960’lı yılların ikinci yarısında
geçen ilkokul dönemimde yedi renkli bir kuru boya kutumuz olurdu ve işte o
kutuların içinde sıralı kuru kalemlerden bir de “nini boku”idi. Yani sarı renk
ti. Tabi birinci sınıftan üçüncü sınıfa kadar bu isimle konuşurduk. Lakin
dörde, beşe geldiğimizde de kazandığımız kültürel doku ile artık “nini boku”
rengine “sarı”yı kullanmaya başladığımız dönem olurdu. Evet benim yaşıtlarım
bunu kullandık.
Bu ifade sarı rengin soluk, mat ve belki de sevimsiz
bir tonunu belirtmek için kullanılmış olabilir. Buradaki
"nini", "bebek" anlamında kullanılıyor ve "nini
boku" da bebek dışkısına benzeyen açık sarı, yeşilimsi sarımsı bir renk
tonunu ima ettiği kesin.
Böyle sevimsiz durumu
dışlayabilir miyiz? Tabi ki hayır. Çünkü Bu tür deyimler, doğal gözlemlere dayalı halk betimlemeleridir.
Özellikle renkler, kokular ve dokular konusunda halk dili oldukça zengin
dokular sergiler.
“Nini boku” sarısı da bu bağlamda sıradan, hoş olmayan ya da değersiz bulunan
bir sarı tonunu ifade etmekte olduğu halkındaki zenginliği ifade eder. Bu tür kelimeler,
deyimler, ağız araştırmaları, halk kültürü ve sözlü tarih çalışmalarında son
derece kıymetlidir. Eğer bu tür başka renk benzetmeleri ya da deyimleri
derlenmesi yerel kültürün korunmasına büyük katkı sağlar.
29.05.2025
Durmuş Ali ÖZBEK
DİKKAT!
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar. |