DİKKAT!
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar. |
İLGİLİ HABERLER
Kentin
gri betonlarının arasında, adliyenin loş koridorlarında, her gün aynı telaş
hüküm sürerdi. Dava dosyaları masalarda birikir, avukatlar koşuşturur,
müvekkiller umutla ya da çaresizlikle beklerdi. Ama o gün, Sema için farklıydı.
Onun için bu, sadece bir dosya değildi; yılların yükünü taşıyan, içini kemiren
bir hikâyeydi.
Sema,
genç bir avukattı. Henüz otuzlarının başında, idealist ama hayatın sert
köşeleriyle yeni yeni tanışıyordu. Üstlendiği boşanma davası, on iki yıldır
kapanmamış bir yara gibiydi. Müvekkili Ayşe, bir zamanlar sevgiyle başladığı
evliliğini bitirmek için on iki yıl önce yola çıkmış ama dava bir türlü
sonuçlanmamıştı. Koca, başka bir şehre gitmiş, çocuklar bölünmüştü. Kızı
babayla, oğlu anneyle kalmıştı. Yollar ayrılmış, hayatlar kopmuştu. Ayşe,
oğlunu büyütürken kızını sadece rüyalarında görmüş; baba, kızına sarılırken
oğlunun kokusunu unutmuştu.
Sema,
dosyayı ilk eline aldığında hissettiği ağırlığı hâlâ hatırlıyordu. Kâğıtlar
sadece hukuki terimlerle dolu değildi. Her satırında bir ailenin dağılmış
parçaları saklıydı. Ayşe’nin gözlerindeki keder, Sema’yı uykusuz bırakmıştı. Ayşe,
sesi titreyerek “Onları bir kez daha görmek istiyorum.” demişti. “Kızımı,
oğlumu… Bir anne nasıl dayanır bu hasrete?”
Duruşma
günü geldiğinde, adliyenin üçüncü katındaki küçük salonda hava ağırdı. Sema,
müvekkili Ayşe’nin yanında, dosyalarını düzenliyordu. Karşı tarafın avukatı,
bir köşede müvekkiliyle fısıldaşıyordu. Hâkim, masasında dosyayı inceliyor,
kâtip klavyede notlar alıyordu. Salonun kapısı açıldığında, önce bir gölge
düştü içeri. Sonra bir adam, ardından genç bir kız ve bir delikanlı. Ayşe’nin
nefesi kesildi. Sema, müvekkilinin elini sıkıca tuttu.
O
an, zaman durdu. Salonun sessizliğini bir fısıltı bozdu önce; Ayşe’nin
dudaklarından dökülen bir “Oğlum…” kelimesi. Aynı anda, karşıdaki adam, yani
baba, “Kızım…” diye mırıldandı. Sonra, sanki görünmez bir ip hepsini birbirine
çekti. Kız, babasının kollarına atıldı; oğul, annesinin boynuna sarıldı.
Kardeşler, birbirlerini bulduklarında, yılların özlemi bir çığ gibi patladı.
Sarılmalar, hıçkırıklar, kesik kesik kelimeler… “Anne… Baba… Ablam…” Kimse
kimseden ayrılmak istemiyordu. Sanki bir an için dünya, sadece onların
kavuşması için dönüyordu.
Hâkim,
gözlüğünü çıkarıp masaya koydu. Kâtip, klavyeden elini çekti. Sema’nın gözleri
doldu ama ağlamamak için dudaklarını ısırdı. Salondaki diğer avukatlar,
mübaşir, hatta bir sonraki duruşmayı bekleyen yabancılar bile sessizce
gözyaşlarını sildi. Kimse konuşmadı. Sadece o ailenin koklaşması, sarılması,
birbirine dokunması vardı. Yıllar önce kopan bağlar, o birkaç dakikada yeniden
örülüyordu.
Yarım
saat sonra, hâkim tokmakla masaya vurduğunda, herkes toparlandı. Ama o an,
salondaki herkesi değiştirmişti. Sema, dosyayı kapatırken, hukukun sadece kâğıt
ve kanunlardan ibaret olmadığını anladı. O gün, adalet, bir ailenin birbirine
kavuşmasında saklıydı.
Dava,
birkaç ay sonra sonuçlandı. Boşanma gerçekleşti ama o aile, o duruşma salonunda
yeniden bir olmuştu. Sema, her adliyeye gittiğinde, o koklaşmayı, o sarılmayı
hatırlar. Ve her defasında, içindeki idealist genç avukat, bir aileyi
kurtarmanın değil, bir anı yaşatmanın ne kadar kıymetli olduğunu düşünür.
17.06.2025 Konya
Durmuş
Ali ÖZBEK
DİKKAT!
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar. |
İLGİLİ HABERLER
Suriye’nin Halep şehrinden 2012’de kaçıp
Türkiye’ye sığınan Hüseyin, Fatma ve iki çocukları, Ahmed ile Zeynep’in
hikâyesi, hem bir kayıp hem de bir yeniden başlangıç öyküsüydü.
On üç yıl boyunca İstanbul’un kenar
mahallelerinden birinde, küçük bir dairede yaşamışlardı. Hüseyin, inşaatlarda
çalışarak, Fatma ise komşuların evlerinde temizlik yaparak geçimlerini
sağlamıştı. Çocuklar, Türkiye’de doğup büyümüş, Türkçe öğrenmiş, mahallede
arkadaş edinmiş, okula gitmişti. Zeynep, lise son sınıfta okulunun başarılı
öğrencilerinden biriydi. Ahmed ise mahallenin futbol takımında yıldız bir
oyuncuydu. Türkiye, onlara hem sığınak olmuş hem de yeni bir kimlik
kazandırmıştı. Ama içlerinde hep bir yara kanıyordu; vatan hasreti.
2025’te Suriye’de savaşın ateşi sönmeye yüz
tutmuş, bazı bölgeler yeniden inşa edilmeye başlanmıştı. Hüseyin ve Fatma,
Halep’e dönme hayaliyle yanıp tutuşuyordu. Çocuklar ise kararsızdı. Türkiye’yi
vatan bellemişlerdi ama aile birliğini bozmak istemiyorlardı. Sonunda, bir
sabah eşyalarını toplayıp Halep’e doğru yola çıktılar. Dönerlerken içlerinde
bir umut vardı ama aynı zamanda derin bir belirsizlik.
Halep’e vardıklarında karşılaştıkları
manzara, hayallerini gölgeledi. Şehir, savaşın izlerini fazlasıyla taşıyordu.
Hüseyin’in çocukluk evi artık bir moloz yığınıydı. Mahallede tanıdık yüzler
azalmış, komşular ya başka ülkelere göçmüş ya da hayatlarını kaybetmişti.
Elektrik ve su kesintileri günlük hayatı
zorlaştırıyordu. Hüseyin, inşaat tecrübesine güvenerek iş bulabileceğini
düşünmüştü ama yeniden inşa projeleri sınırlıydı ve yerel halk öncelikliydi.
Fatma, evde yemek yapmaya çalışırken tanıdık tatları bulmakta zorlanıyordu.
Türkiye’de alıştıkları ürünlerin çoğu burada yoktu ya da çok pahalıydı.
Ahmed ve Zeynep için dönüş daha karmaşıktı. Türkçeyi ana dilleri gibi konuşan bu gençler, Arapçayı akıcı şekilde konuşsalar da Halep’in yerel şivesine yabancılık çekiyorlardı. Zeynep, Türkiye’deki okul hayatını özlüyordu. Halep’teki okullarda eğitim sistemi farklıydı, sınıflar kalabalık ve kaynaklar kısıtlıydı. Ahmed, mahallede futbol oynayacak bir saha bulamadı. Arkadaşlarının çoğu Türkiye’de kalmıştı. İkisi de sık sık İstanbul’daki mahallelerini, simitçinin sesini, Boğaz’daki martıları ve arkadaşlarıyla geçirdikleri akşamları anıyordu.
Bir akşam, aile sofrasında otururken Zeynep,
Türkiye’den getirdikleri bir kutu çayı çıkardı. “Bunu içince sanki hâlâ
oradayız.” dedi hüzünle. Fatma, çay bardağını elinde tutarken gözleri doldu.
“Türkiye bize kucak açtı ama bizim köklerimiz burada.” dedi. Hüseyin ise
sessizdi. Türkiye’de geçirdikleri yıllarda kazandıkları dostlukları,
komşularının sıcaklığını, çocuklarının Türkçe şiirler okuduğu okul
müsamerelerini düşünüyordu. Ancak Halep’te, kendi topraklarında olmanın
ağırlığı da bir o kadar gerçekti.
Bir gün Hüseyin, mahallede eski bir komşusuna
rastladı. Adam, “Türkiye’de ne yaptınız bu kadar yıl?” diye sordu. Hüseyin,
gülümseyerek, “Yaşadık, çalıştık, çocuklarımız büyüdü. Ama en çok, barışın
hayalini kurduk.” dedi. Komşu başını salladı. “Burada da o hayal için
uğraşıyoruz ama kolay değil.”
Aile, Halep’te birçok zorlukla karşılaştı.
Ekonomik sıkıntılar, iş bulma güçlüğü ve temel ihtiyaçlara erişimdeki sorunlar,
günlük hayatı bir mücadele haline getirdi. Çocukların eğitim sistemi ve sosyal
çevreye uyum sağlaması zaman aldı. Türkiye’de alıştıkları düzen, burada bir
lükstü. Ayrıca, savaş sonrası toplumda güven eksikliği ve sosyal bağların
zayıflaması, ailenin yalnız hissetmesine neden oldu. Türkiye’deki komşuluk
ilişkileri ve mahalle dayanışması burada eksikti.
Zeynep bir gün annesine; “Anne,
Türkiye’deyken Suriyeliydik, buradaysa sanki yabancıyız.” dedi. Bu söz, ailenin
içindeki ikilemi özetliyordu. Türkiye, onlara hem bir yuva hem de geçici bir
sığınak olmuştu. Halep ise hem vatanları hem de yeniden tanımaları gereken bir
yabancıydı.
Zamanla, aile küçük adımlarla yeni bir düzen
kurmaya başladı. Hüseyin, bir inşaat kooperatifinde iş buldu. Fatma,
mahalledeki kadınlarla bir araya gelip küçük bir yemek atölyesi kurdu.
Türkiye’den öğrendiği tarifleri Halep’in tatlarıyla harmanladı. Zeynep, okulda
öğretmenlerinin dikkatini çekti ve bir burs kazanarak eğitimine devam etme
şansı buldu. Ahmed, mahallede birkaç çocukla futbol oynamaya başladı. Eski
sahasını özlese de yeni arkadaşlıklar kuruyordu.
Bir akşam, aile yeniden çay sofrasında
buluştu. Hüseyin; “Türkiye bize çok şey öğretti.” dedi. “Ama burada, kendi
toprağımızda, o öğrendiklerimizi yeniden inşa için kullanacağız.” Fatma
gülümsedi: “Ve bir gün, belki çocuklarımız hem burayı hem orayı vatan bilecek.”
Halepli bir ailenin iki vatan arasındaki
yaşam köprüsünde Türkiye’de geçirdikleri on üç yıl, onlara dayanıklılık,
dostluk ve yeni bir dil kazandırmıştı. Halep’e dönüş ise hem bir özlemle
kavuşma hem de yeniden inşa mücadelesiydi. Her iki ülkede de karşılaştıkları
zorluklar, onların umudunu kıramadı; çünkü aile, sevgiyle ve dayanışmayla her
yaranın sarılabileceğini öğrenmişti.
24.05.2025 Konya
Durmuş Ali ÖZBEK
Kültür Bakanlığı Halk Şairi
DİKKAT!
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar. |
İLGİLİ HABERLER
Her sabah aynı saatte uyanır, kahvesini alıp pencerenin önüne otururdu. İstanbul’un gri gökyüzüne bakarken, içindeki boşluk sanki o gökle yarışırdı. 35 yaşında, bir reklam ajansında metin yazarıydı. Günleri toplantılar, son teslim tarihleri ve bitmeyen bildirimlerle doluydu. Ama son zamanlarda, telefonunu eline aldığında, ekranın ötesinde bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordu. Sanki biri, onun hayatından bir parçayı çalıp gitmişti.
Bir
akşam, ofisten çıkıp eve yürürken, telefonunda eski bir mesaj bildirimi gördü.
Gönderen: "Bilinmeyen Numara." Mesaj, tek kelimeydi:
"Unuttun." Kalbi birden hızlandı. Kimdi bu? Yanlış numara mıydı,
yoksa bir şaka mı? Mesajı silmeyi düşündü, ama bir şey onu durdurdu. O kelime,
"Unuttun." beyninde yankılanıyordu.
Eve
vardığında, eski kutuları karıştırmaya başladı. Yıllar önce, lise
arkadaşlarıyla yazdığı mektuplar, sararmış fotoğraflar... ve sonra, bir not
defteri. Sayfalarında, 20’li yaşlarının başında yazdığı hayaller vardı: bir
roman yazmak, dünyayı gezmek, özgür olmak. Ama en çok, bir isim dikkatini
çekti: Zeynep. Çocukluk arkadaşı, bir zamanlar gölgesi gibi peşinden ayrılmayan
Zeynep. Üniversitede yolları ayrılmış, sonra bir kavga, bir sessizlik... ve Zeynep’i
tamamen unutmuştu.
O
gece, mesajın Zeynep’ten geldiğine emin oldu. İnternette aradı, eski
numaralarını denedi, ama iz yoktu. Günler geçti, hayatı altüst olmuştu. İş
yerinde dalgın, geceleri uykusuzdu. Her an, o mesajın gölgesi peşindeydi.
Sonunda, bir akşam, Zeynep’in eski mahallesine gitti. Dar sokakta, Zeynep’in
annesinin evini buldu. Kapıyı çaldı, titreyerek.
Kapıyı
açan yaşlı kadın, Elif’i tanıyıp gülümsedi. “Zeynep mi? O yurtdışına taşındı,
yıllar oldu.” dedi. Elif, mesajdan bahsetti. Kadın şaşırdı. “Zeynep’in telefonu
mu? Kızım iki yıl önce öldü, Elif.” Bir an durdu “Kanser...” diyebildi gözlerinden
yaşlar damarken.
Elif’in
dizleri titredi. Eve dönerken, telefonu elinde, o tek kelimeye bakıyordu:
"Unuttun." Belki Zeynep değildi, belki bir tesadüftü. Ama o gece,
Elif masasına oturdu, yıllardır dokunmadığı bir defteri açtı ve yazmaya
başladı. İlk cümle, “Zeynep’in gülüşünü hatırlıyorum,” oldu. Gözyaşları kâğıda
damlarken, Elif unuttuğu şeyin sadece Zeynep olmadığını anladı. Kendi
hayallerini, kendi ruhunu da unutmuştu.
O
mesaj, kimden gelirse gelsin, Elif’i kendine geri getirmişti. Şehir uykudayken,
o yazmaya devam etti. Gölgesiyle barışmıştı.
19.06.2025 Konya
Durmuş
Ali ÖZBEK
DİKKAT!
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar. |
İLGİLİ HABERLER
Tepelerin
arasında, küçük bir kasabada, yaşlı bir adam olan Hüseyin Dede yaşardı. Hüseyin
Dede’nin en yakın dostu, sadık köpeği Karabaş’tı. Karabaş, ne bir cins köpek ne
de gösterişli bir hayvandı. Ama gözlerinde öyle bir vefa vardı ki, kasabalılar
onun Hüseyin Dede’yle olan bağını konuşurdu. Karabaş, dedenin gölgesi gibiydi;
tarlaya giderken peşinden koşar, akşamları sobanın başında onunla sessizce
otururdu.
Bir
gün kasabaya yabancı Cemal adında bir adam geldi. Şık kıyafetleri, parlak ayakkabıları
ve kibirli bir gülümsemesi vardı. Kasabalılara, büyük şehirde zengin bir iş
insanı olduğunu, ama buralarda “gerçek” bir dost aradığını söyledi. Gözü
Karabaş’a takıldı. “Bu köpek başka,” dedi Hüseyin Dede’ye. “Sana ne istersen
vereyim, sat bunu bana.”
Hüseyin
Dede güldü. “Karabaş satılık değil, evlat. O benim dostum, can yoldaşım. Para
onun değerini ölçemez.” Cemal ısrarcıydı. Cebinden kalın bir deste para
çıkardı, sonra bir araba anahtarı, en son da şehirdeki bir evin tapusunu masaya
koydu. “Seç birini.” dedi. “Karabaş’ı alayım.”
Dede’nin
gözleri bulutlandı. “Evlat,” dedi, “sadakati para için satan, sattığı kişinin
köpeği olur. Karabaş’ın dostluğu, senin paranın alamayacağı kadar büyük.” Cemal
alaycı bir kahkaha attı. “Görelim bakalım,” dedi ve kasabadan ayrıldı.
Aradan
haftalar geçti. Cemal, kasabaya geri döndü. Bu kez yanında başka bir köpek
vardı; gösterişli, tüyleri parlak, ama gözleri soğuk bir hayvan. “Bak, Hüseyin
Dede,” dedi, “bu köpeği şehirde binlerce liraya aldım. Senin Karabaş’ından kat
kat üstün.” Hüseyin Dede, köpeğe baktı, sonra gülümsedi. “Parayla alınır, ama
sadakat alınmaz.” dedi.
O
gece kasabada fırtına koptu. Cemal’in gösterişli köpeği, zincirini koparıp
kaçtı, bir daha görülmedi. Karabaş ise Hüseyin Dede’nin kulübesinin kapısında,
sırılsıklam, sabaha kadar bekledi. Sabah olduğunda, dede kapıyı açtı ve
Karabaş’ın başını okşadı. “Senin değerin, hiçbir parayla ölçülmez.” dedi.
Cemal,
kasabada bir süre daha dolaştı, ama ne dost bulabildi ne de sadakat. Parası
çoktu, ama yalnızdı. Hüseyin Dede ve Karabaş ise her akşam sobanın başında,
birbirlerine yeterdi.
Sonuç:
Sadakat, para ile satın alınamaz; çünkü gerçek dostluk, bedel biçilemeyen bir
hazine gibidir. Parayla alınanlar, sadece efendilerinin gölgesi olur.
18.06.2025 Konya
Durmuş Ali ÖZBEK
Kültür Bakanlığı Halk Şairi
DİKKAT!
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar. |
İLGİLİ HABERLER
Gün batarken, tepelerin ardında turuncu bir ışık süzülüyordu. Küçük bir köyde, taş duvarlı mütevazı bir evde yaşayan Bahtiyar, her akşam olduğu gibi kapısının önündeki tahta banka oturmuş, ufka bakıyordu. Elinde, yılların yorduğu bir tahta kaşıkla, toprak kasesinden aldığı son lokma çorbayı ağzına götürdü. Çorbanın buğusu, serin akşam havasında usulca yükseliyordu. Bahtiyar’ın yüzünde ne bir eksiklik ne de bir telaş vardı; yalnızca dingin bir gülümseme.
Bahtiyar,
köyün en yoksul adamıydı. Ne tarlası, ne sürüsü, ne de altınla dolu sandıkları,
ne de bankalarda parası vardı. Ama köyde onun kadar huzurlu bir adam da yoktu.
Komşuları, pazarda ipekler, altınlar peşinde koşar, daha büyük ahırlar, daha
geniş evler düşlerken, Bahtiyar’ın hayalleri başka bir dünyadaydı. Onun
hazinesi, sabahları dallarda ötüşen kuşların şarkısı, tarladan dönen bir
köylünün “Bahtiyar, bu akşam bize gelsene!” diye seslenişi, ya da bir çocuğun
koşarken attığı kahkahaydı.
Bir
gün, köyün zengin tüccarı Halim Bey, atının üstünde, süslü kaftanıyla Bahtiyar’ın
evinin önünden geçti. Yanında birkaç hizmetkâr, ellerinde hediyelerle dolu
sepetler vardı. Halim Bey, Bahtiyar’ın bankta oturmuş, elma ağacının gölgesinde
bir türkü mırıldandığını görünce durdu. “Bahtiyar!” dedi, kaşlarını çatarak. “Bu
köyde herkes bir şeyler kazanmanın peşinde, sen neyi kovalıyorsun? Bu
fakirlikte nasıl böyle neşeli olabiliyorsun?” dedi.
Bahtiyar,
gülümseyerek başını kaldırdı. “Halim Bey,” dedi. “Ben hiçbir şeyi
kovalamıyorum. Koşarsan, rüzgârı hissedemezsin. Oturursan, o gelir, yüzünü
okşar. Benim zenginliğim, şu an burada, bu bankta, bu elma ağacının gölgesinde.
Senin hazinelerin çok, biliyorum. Ama söyle, gece yattığında uykun kaçıyor mu,
ya bir gün hepsini kaybedersem diye?”
Halim
Bey, bir an duraksadı. Gözlerinde bir gölge geçti. Zenginliği büyüdükçe,
korkuları da büyümüştü. Kervanlarının yolunu, mallarının güvenliğini,
hırsızları, rakipleri düşünmekten geceleri uyuyamaz olmuştu. “Haklısın,” dedi
usulca. “Ama insan nasıl durur? Daha fazlasını istemeden nasıl yaşar?”
Bahtiyar,
elindeki tahta kaşığı çorbaya daldırıp bir yudum aldı. “Bak,” dedi. “Bu çorba biraz
mercimek, biraz soğan, bir tutam tuz. Ama komşum Fatma Ana getirdi bu sabah. ‘Bahtiyar,’
dedi, ‘sana da kaynattım.’ İşte bu bir lokma çorba, benim için dünyadaki en
büyük ziyafet. Çünkü içinde sevgi var, paylaşmak var. Senin altına, ipeğe
ihtiyacın yok, Halim Bey. Bir dostun içten bir selamı, bir çocuğun gülüşü, bir
akşamüstü rüzgârı… Bunlar zaten senin. Ama görmek için durman lazım.”
Halim
Bey, o gece konağında uyuyamadı. Yatağında dönüp dururken, Bahtiyar’ın sözleri
kulaklarında çınladı. Ertesi sabah, atını değil, yaşlı bir eşeği aldı. Köyün
meydanına yürüdü, elinde bir sepet elma. Çocuklara, komşulara dağıttı. Bir
ihtiyarın elini öptü, bir çobana “Hadi, bir türkü söyle!” dedi. İlk kez, yüzüne
değen rüzgârı hissetti. İlk kez, bir çocuğun kahkahası kalbini ısıttı. Ve o
akşam, Bahtiyar’ın bankına oturdu, elinde bir kap çorba. “Haklıymışsın,” dedi.
“Zenginlik, sandıklarda değil, burada, bu anlarda.”
Bahtiyar
gülümsedi. “Hoş geldin,” dedi. “Şimdi, gerçekten yaşamaya başladın.”
Ve
o günden sonra, Halim Bey’in konağında ipekler, altınlar hâlâ duruyordu. Ama
onun gerçek hazinesi, Bahtiyar’la paylaştığı o tahta bank, bir kap çorba ve
köyün meydanında yankılanan kahkahalardı. Çünkü mutluluk, dışarıda aranmazdı;
o, zaten insanın içindeydi, basit bir hayatın sakin kucağında.
16.06.2025 Konya
Durmuş Ali ÖZBEK
DİKKAT!
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar. |
İLGİLİ HABERLER
Bir fırıncı, dükkânının önünde titreyen, aç bir adama rastladı. Adamın üstü başı perişan, yüzü solgundu. Fırıncı, içinden bir an tereddüt geçtiyse de, tezgâhtan sıcacık bir somun ekmek aldı, adama uzattı. “Al, karnını doyur,” dedi, sesinde bir iyilik tınısı, ama gözlerinde bir hesap.
Adam
ekmeği aldı, teşekkür etti, tam bir lokma koparacakken fırıncı seslendi: “Aman,
o ekmeği yavaş ye, bu tam buğday, özel undan, ziyan etme!” Adam başını salladı,
ekmeği ısırdı. Birkaç adım atmıştı ki fırıncı yine seslendi: “Hey, o ekmeği
sakın yere düşürme, üstü susamlı, dökülürse yazık olur!” Adam durdu, ekmeğe
baktı, sustu. Biraz daha yürüdü, fırıncı bir kez daha bağırdı: “Bak, o ekmeği
hepsini yeme ha, o kadar emek verdim, paylaş başkasıyla!”
Adam
durdu. Yüzünde ne öfke ne kırgınlık, sadece yorgun bir tebessüm. Ekmeği elinde
tarttı, sonra yavaşça fırına geri döndü. Tezgâha koydu ekmeği, “Sağ ol, ama ben
açlığıma razıyım,” dedi. Cebinden buruşuk bir kâğıda sarılı bayat bir ekmek
parçası çıkardı, onu kemirmeye başladı ve yoluna devam etti.
Not: Öyküdeki olayın sizde uyandırdığı duyguyu yazar mısınız? 16.06.2025 Konya Durmuş Ali ÖZBEK
DİKKAT!
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar. |
İLGİLİ HABERLER
Sıcak bir Ağustos sabahında, taşlı toprakların
arasında zorluklarla ulaştığımız Sorkun başındaki harmanda; annem, babam ve ben… Yıl 2002, yayla harmanı
zamanı. Emeğin ve alın terinin en saf hâlini sergiliyoruz.
Gökyüzünde beyaz bulutlar süzülürken, yeryüzünde
sabrın ve sevdanın hikâyesini yazmaya çalışıyoruz.
Annemin yüzünde dingin bir tebessüm, başında beyaz
yazmasıyla güneşe direnmiye çalışıyor.
Yanında, zamana meydan okuyan gururlu bir duruşla
babam… Başında şapkası, sırtında gömleği ve yıpranmış giysileriyle, toprağın
bize sunduğu nimetleri istifleme çabasında.
Arkalarında gençlik ve toyluk ile duran, ailenin
emeğine katkı sağlamaya çalışan genç delikanlı ise ben. Geleceğe baka bilmek
için,emeğin tam ortasındayım!!!!!
Geçmişten devraldığımız külterel ve yaşam
felsefesini omuzlarımızda taşımaya çalışıyoruz.
Etrafımızı saran devasa çuvallar, bir yılın
emeğinimi, yoksa tarlalarda bıraktığımız saklı hayatlarımızı mı simgeliyor.
Bu çuvallar sadece ürün değil; aynı zamanda sabır,
azim ve aile bağlarının da simgesi.
Bu kare sadece bir hasat günü değildir.
Bu, köyümüz Yukarı Çağlar’ın binlerce yıllık
üretim kültürünün, doğayla iç içe geçmiş yaşam biçiminin bir yansımasıdır.
Toprak, bizim karakterimize öyle işlemiştir ki; bir karış toprak, bir ömrü taşır içinde.
Modern hayatın karmaşası içinde bu fotoğraf;
geçmişimize, emeğimize ve özlemlerimize dair gerçek zenginliği fısıldayan bir
hatıradır.
Annemin mekânı cennet olsun. Rabbim babama hayırlı
ve sağlıklı ömürler versin.
Yıl 2002 - Sorkun başında, yayla harmanında
çekilen bu fotoğraf…
Hasretle, minnetle, özlemle…
Hüseyin Bağcı
12.06.2025 – İstanbul
DİKKAT!
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar. |
İLGİLİ HABERLER
Çocukluk yıllarımızdan itibaren konuştuklarımız,
çeşitli kelimeleri bilerek veya bilmeyerek unuttuğumuz kelimeler, deyimler,
atasözleri kişisel kültürümüzü açığa çıkardığı gibi yöre insanımızın hem
kültürel kodlar hem de renk algısı açısından önemlidir.
Özellikle dil
gözlemleri çok değerli bir yerel ağız kodlarını da açığa çıkarır. Ermenek yöremizin
bu tür kodları açığa çıkaracak insanlarımıza da elbette her zaman ihtiyacımız
vardır.
1980’li yıllarda
başladığım yöre halkı arasında kullanılan kelimeler, deyimler, benzetmeler, atasözlerimizi
açığa çıkarma çabam önce Sbide Antik Kenti adlı kitabıma eklediğim yerel
kelime, deyim, benzetme, atasözleri bölümlerini oluştururken 22 yılı bulan bir
gözlem çalışmalarım ile katkı oluşturmaya çalıştım. Daha sonra Ermenek
Belediyesinin oluşturduğu yerel sözlüğe de elimden gelen katkıyı da
sağlamıştım.
Ne var ki dil ve ağız
çalışması öyle birkaç yıla sığacak bir durum değildir. Gerçekten bir ömür
üzerinde çalışılacak bir konudur. Çünkü kültürel kodların hemen oluşmadığı
aşikârdır. Ağız çalışmaları da aynı hassasiyeti gerektirir.
Bu ağız örneklerini zaman zaman mutlaka
duyduğumuz olmuştur. Benzer deyimler örneklerinden "çamur sarısı",
"koyun boku yeşili", "sıçan tüyü rengi" gibi ifadeler de
halk arasında renk tanımı için kullanılır.
Kendi yöremizden,
yerel ağızda buna benzer bir örnek eklersem sarı renge "nini boku" diye 1960’lı yılların ikinci yarısında
geçen ilkokul dönemimde yedi renkli bir kuru boya kutumuz olurdu ve işte o
kutuların içinde sıralı kuru kalemlerden bir de “nini boku”idi. Yani sarı renk
ti. Tabi birinci sınıftan üçüncü sınıfa kadar bu isimle konuşurduk. Lakin
dörde, beşe geldiğimizde de kazandığımız kültürel doku ile artık “nini boku”
rengine “sarı”yı kullanmaya başladığımız dönem olurdu. Evet benim yaşıtlarım
bunu kullandık.
Bu ifade sarı rengin soluk, mat ve belki de sevimsiz
bir tonunu belirtmek için kullanılmış olabilir. Buradaki
"nini", "bebek" anlamında kullanılıyor ve "nini
boku" da bebek dışkısına benzeyen açık sarı, yeşilimsi sarımsı bir renk
tonunu ima ettiği kesin.
Böyle sevimsiz durumu
dışlayabilir miyiz? Tabi ki hayır. Çünkü Bu tür deyimler, doğal gözlemlere dayalı halk betimlemeleridir.
Özellikle renkler, kokular ve dokular konusunda halk dili oldukça zengin
dokular sergiler.
“Nini boku” sarısı da bu bağlamda sıradan, hoş olmayan ya da değersiz bulunan
bir sarı tonunu ifade etmekte olduğu halkındaki zenginliği ifade eder. Bu tür kelimeler,
deyimler, ağız araştırmaları, halk kültürü ve sözlü tarih çalışmalarında son
derece kıymetlidir. Eğer bu tür başka renk benzetmeleri ya da deyimleri
derlenmesi yerel kültürün korunmasına büyük katkı sağlar.
29.05.2025
Durmuş Ali ÖZBEK
DİKKAT!
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar. |
İLGİLİ HABERLER
DİKKAT!
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar. |
İLGİLİ HABERLER
2012 yılının sıcak bir yaz günüydü. Yedi yaşındaki Razhan, Halep’teki küçük evlerinin avlusunda ip atlıyordu. Gökyüzü hâlâ maviydi ama geceleri patlama sesleri uykusunu bölmeye başlamıştı. Suriye’deki savaş onun çocukluğunu gölgeledi. Halep’te başlayan çatışmalar, patlama sesleri ve sirenler, Razhan’ın oyunlarını yarıda kesti. Sokaklar, bir zamanlar arkadaşlarıyla koştuğu yerler, artık tehlikeliydi. Annesi Fatma, telaşlı bir sesle, “Razhan, içeri gel!” diye bağırıyordu sık sık.
Okullar kapandı, komşular birer birer kayboldu. Annesi Fatma, geceleri Razhan’ı uyuturken, “Her şey düzelecek.” dese de, gökyüzündeki dumanlar umudu karartıyordu.
Savaş, Razhan’ın ailesini her şeyden yoksun bıraktı. Babası Ahmet’in dükkânı yağmalandı, birikimlerini kaybettiler. Yiyecek kuyrukları, elektrik kesintileri ve su sıkıntısı günlük hayatın parçası oldu.
Razhan, bir keresinde ekmek almak için saatlerce beklerken, yakındaki bir patlamanın sarsıntısını hissetti. O an, annesinin korku dolu gözleri, onun çocuk aklına kazındı.
Babası Ahmet, bir akşam masaya yumruğunu vurup, “Burada kalamayız.” dedi. Savaş, kapılarını çalmıştı.
Bir gece, yıldızsız bir gökyüzünün altında, aile birkaç eşyayı bir çantaya tıkıştırdı. Razhan’ın elinde sadece en sevdiği kırmızı oyuncak bebeği vardı. Annesi, “Yükümüz hafif olmalı, kızım.” diyerek onu sakinleştirmeye çalışıyordu ama Razhan’ın gözleri, terk ettikleri evin kapısında takılı kaldı. O kapı, bir daha hiç açılmayacaktı.
Yolculuk zordu. Aile, diğer mültecilerle birlikte tozlu patikalarda, kamyon kasalarında, bazen yaya olarak ilerledi. Aile, hayatta kalmak için Türkiye’ye kaçıyordu ama savaşın izleri peşlerini bırakmıyordu. Razhan, babasının sırtında uyuyakaldığı gecelerde, annesinin fısıldadığı ninnileri duyuyordu. Sınırda, Kilis’e ulaşmadan önce, bir kontrol noktasında saatlerce beklediler. Razhan, annesinin elini sıkıca tutarken, askerlerin bağırışlarını ve kalbinin atışlarını duyuyordu. Babası, “Korkma, Türkiye’ye gidiyoruz, orada güvende olacağız.” diyordu ama sesi titriyordu.
Yedi yaşındaki Razhan, elinde küçük bir bez çanta, ailesiyle birlikte Suriye’deki savaşın gölgesinden kaçarak sınırı geçtikleri an, Razhan’ın ayağı Türk toprağına bastı. İlk durakları Kilis’ti. Tozlu yollar, kalabalık sokaklar ve tanımadığı bir dilin uğultusu… Razhan’ın küçük yüreği korku ve merak arasında gidip geliyordu. Kilis’in girişinde, bir yardım çadırında kendilerine uzatılan sıcak çorbayı içtiğinde, gözyaşları yanaklarından süzüldü. Annesi, “Ağlama, burası yeni bir başlangıç.” dedi, ama Razhan, geride bıraktığı avluyu, arkadaşlarını, kırmızı bisikletini düşünüyordu. Yine de o çorba, o an, ona umut gibi geldi.
Annesi, “Burası yeni bir başlangıç, Razhan.” diyordu sık sık ama o, “ev” kelimesinin ne anlama geldiğini sorgulamaya başlamıştı bile.
Razhan’ın abisi Jamal (Cemal), mülteci olma sıkıntısı içinde hastalandı ve Kilis’teki çadır kampında tedavi gördü. Savaş, sadece evlerini değil, aile bağlarını da sarsmıştı; amcaları, kuzenleri geride kalmışlardı. Onlarla haberleşme imkânsızdı, onlardan bir daha da haber alamadılar.
Kilis’te geçirdikleri birkaç ay, Razhan için bir keşifti. Komşu teyzelerin ona uzattığı sıcacık bazlamalar, sokakta top oynayan çocukların davetkâr gülüşleri, yavaş yavaş yabancı bir yerin tanıdık kokularına dönüşüyordu. Razhan, çadır kampında diğer çocuklarla tanıştı, Razhan, Kilis’in dar sokaklarını, o bazlama kokusunu ve Türkçe’den ilk kelimeleri öğrendi: “Merhaba, naber?”
Babası, “İstanbul’da daha iyi bir hayat kurarız.” diyerek aileyi yeniden yola çıkardı. Razhan, o uzun otobüs yolculuğunda camdan bakarken, Türkiye’nin uçsuz bucaksız yollarını, dağlarını, tarlalarını seyretti. Bilmediği bir ülkeye, bilmediği bir geleceğe gidiyordu.
Razhan’ın hikâyesi, İstanbul’un kalabalık sokaklarında, bir martının kanadında, bir simitçinin sesinde hâlâ devam ediyor. Ve o, her yeni günde, bu topraklarda kök salmanın, yeniden başlamanın ne demek olduğunu kendi öyküsüyle anlatıyor.
Razhan, İstanbul’a vardıklarında, yeni bir dil öğrenirken ve okula uyum sağlamaya çalışırken, sık sık kâbuslar görüyordu. Halep’teki evlerinin yıkıntıları, kaybolan kırmızı bisikleti.
İstanbul, Razhan’ın gözlerinde bir masal şehri gibiydi. Boğaz’ın mavisi, martıların çığlıkları, tramvayların tıkırtısı… Ama bu masal, başlangıçta kolay değildi. Ailesi küçük bir dairede, Esenyurt’ta yaşamaya başladı. Babası inşaatlarda çalışırken, annesi evde dikiş dikerek ekmeğini kazanmaya çabalıyordu. Razhan ise okula başladı. Türkçe’yi öğrenmek, onun için hem bir oyun hem de bir mücadeleydi. Öğretmeninin sabırlı gülüşü, sınıf arkadaşlarının kimi zaman meraklı kimi zaman yaramaz bakışları, Razhan’ı bu yeni dünyaya bağlayan ilk ipler oldu.
Razhan’ın Suriye’den kaçışı, yüreğinde hem bir yara hem de bir umut olarak kaldı. O küçük kız, kırmızı oyuncak bebeğini hâlâ saklıyor. Ve her gece, İstanbul’daki odasında, o zorlu yolculuğu hatırlarken, kendine fısıldıyor: “Hayatta kaldık, şimdi hayalleri yaşatma zamanı.”
Yıllar geçti. Razhan büyüdü, Türkçe’yi ana dili gibi konuşur oldu. Okulda başarılı bir öğrenciydi. Özellikle edebiyat derslerinde yazdığı kompozisyonlar öğretmenlerinin gözdesiydi. İstanbul’un karmaşasında, bir yandan ailesine destek olmak için garsonluk yaptı, bir yandan da hayallerini büyüttü. Sokaklarda simit satan amcalardan, pazarın renkli telaşına; Taksim’in kalabalığından, Kadıköy’ün sakin sahiline, İstanbul onun için bir evden fazlası oldu. Bu şehir, onun hikâyesinin bir parçasıydı artık.
On üç yıl, Razhan’ı küçük bir kızdan güçlü bir genç kadına dönüştürdü. 2025 yılında, artık yirmi yaşında olan Razhan, bir üniversitede sosyoloji okuyordu. Hâlâ ailesiyle sık sık Kilis’ten, o ilk günlerden bahsediyorlardı. Annesi, “Bak, Razhan, o küçük kız buralara geldi.” derken gözleri doluyordu. Razhan ise gülümseyerek; “Anne, bu sadece başlangıç.” diyordu. Çünkü o, Türkiye’de geçen on üç yılın ona öğrettiği en önemli şeyi biliyordu: Nereden gelirsen gel, hayallerin peşinden koşarsan, bir yer sana “ev” olur.
Ama Razhan, savaşın sadece yıkım olmadığını da öğrendi. Türkiye’de geçen on üç yıl, ona yeni bir yuva, dostlar ve hayaller verdi. Savaşın etkileri hâlâ yüreğinde, ama o, her sabah İstanbul’un sokaklarında yürürken, barışın ve umudun peşinden koşuyor. Çünkü o, savaşın karanlığına rağmen, ışığı bulmayı öğrendi.
Suriye’deki savaş, Razhan’ın çocukluğunu çaldı, ama ona dayanıklılığı öğretti. 2025’te, yirmi yaşında bir üniversite öğrencisi olarak, o günleri hatırladığında hem hüzün hem de güç hissediyor. Savaş, milyonlarca Suriyeli gibi onun hayatını altüst etti; 5,6 milyondan fazla insan mülteci oldu, 6 milyondan fazla ülke içinde yerinden edildi. Ülke ekonomisi çöktü, şehirler harabeye döndü. Razhan, sosyoloji derslerinde savaşın toplumsal etkilerini okurken, kendi hikâyesini görüyor: travma, göç, yeniden inşa.
2024’ün sonlarında, Suriye’de savaşın resmi olarak sona erdiği açıklandı. Beşar Esad rejiminin 2024’te devrilmesiyle başlayan geçiş süreci, 2025’te yeni bir yönetimle daha belirgin bir hal aldı. Çatışmalar büyük ölçüde durmuş, Halep gibi şehirlerde yeniden inşa çalışmaları başlamıştı. Ancak Razhan için bu haber, hem umut hem de buruk bir özlem getirdi. Yıllardır haber alamadığı akrabalarından bazılarının hayatta olduğunu öğrendiğinde, İstanbul’daki küçük odasında gözyaşlarına boğuldu. Annesi Fatma, “Belki bir gün Halep’e gider, eski mahallemizi görürüz.” dedi, ama sesinde hem sevinç hem de belirsizlik vardı.
Suriye’deki yeni yönetim, mültecilerin geri dönüşünü teşvik eden programlar başlattı. Ancak Razhan ve ailesi için “geri dönmek” kolay bir karar değildi. Türkiye, on üç yılda onların evi olmuştu. Razhan, İstanbul’un kalabalık sokaklarında, Boğaz’ın mavisinde, sınıf arkadaşlarının gülüşlerinde bir yuva bulmuştu. Türkçe’yi ana dili gibi konuşuyor, sosyoloji derslerinde savaş sonrası toplumsal dönüşüm üzerine yazılar yazıyordu. Babası Ahmet, hâlâ Halep’teki dükkânını özlemle ansa da, Esenyurt’taki küçük dairelerinde kurdukları hayatı bırakmaya gönlü razı değildi.
Savaşın sona ermesi, Razhan’a kökenleriyle yeniden bağ kurma fırsatı verdi. 2025 yazında, bir yardım kuruluşuyla Kilis’e gitti ve Suriye’den gelen son mültecilere destek oldu. Onların hikâyelerinde kendi çocukluğunu gördü: kırmızı bisikletini, Halep’teki avlusunu, annesinin ninnilerini. Suriye’deki yeniden inşa projelerini araştırırken, bir gün Halep’e dönüp o yıkıntılar arasında yeni bir başlangıç kurmayı hayal etti. Ama şimdilik, İstanbul’da, sosyoloji eğitimine devam ederken, Türkiye ve Suriye arasında bir köprü olmayı planlıyordu. Kırmızı oyuncak bebeğini hâlâ sakladığı çekmecesine bakarken fısıldadı: “Savaş bitti ama hikâyemiz devam ediyor.”
Suriye’deki savaşın sona ermesi, Razhan’ın yüreğindeki yaraları tamir etmedi ama ona barışın mümkün olduğunu gösterdi. O, hem Türkiye’deki evinde hem de Suriye’deki köklerinde umudu yeşertmeye kararlıydı. Suriye’deki yeni yönetim, Razhan’a umut verdi ama onun asıl evi, mücadeleyle inşa ettiği hayatıydı. Savaşın izleri hâlâ yüreğinde ama o, hem Türkiye’deki hem de Suriye’deki barışın bir parçası olmak için çalışmaya kararlı. Çünkü Razhan, savaşın karanlığından ışığı bulmayı öğrenmiş bir genç kadındı.
24.05.2025 Konya
Kültür Bakanlığı Halk Şairi
DİKKAT!
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar. |