Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.


Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.

Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.


Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.

  


Dünya sosyal tarihinde, başka hiçbir yer, Batı Avrupa kadar köklü değişikliklere sahne olmamıştı. Devrimlere ve sosyal tabakaların yer değiştirmesine varan bir hercümerç içinde, hayata ışık tutacak kaynağı, varoluşun maddi tarafında arayan bir akıl hâkimiyet kurmuştu. Geçmişe ait hiç bir anlam haritasının tesir edemeyeceği yeni bir dünya kurgulanıyor; tabiri caizse boş bir kervan, muhayyel bir zamana doğru yola çıkıyordu. Kervan; insana, tabiata ve topluma dair araştırma ve tecrübelerle yüklenecekti ama bunların hangi hedefleri gerçekleştireceği belli değildi. Prezzolini, daha sonra bu durumu şöyle anlatacaktır:”…Kilise harap olmuştur ve onun uçsuz bucaksız yıkıntılarından neye benzeyeceğini henüz bilemeyeceğimiz yeni bir yapı gelişigüzel inşa ediliyor.” (1)

 

Bu ahval içinde, tutunacak bir dalı olmayan bireyin kaygı ve ümitlerine tercüman olacak yeni bir anlatım türü ortaya çıkıyordu: roman. Dickens, romanlarında, olay mahallinden bildiriyor gibidir. İki Şehrin Hikâyesi’nde açlık, pislik ve yoksulluğun her sokağını sardığı bir Paris manzarası çizilir.(2)

 

Sefalet içindeki halkın, gösteriş düşkünü seçkinler tabakasıyla oluşturduğu tezat, bu manzaranın daha trajik bir parçasıdır. Suç, cehalet ve hastalıklarla manzara tamamlanır. Dostoyevski, Paris ve Londra izlenimlerinde, Fransız ruhunda-genelde de Batı’da-,kardeşlik değil, bencilliğin olduğunu söyler; bir ideal olarak İhtilal sırasında ortaya çıkmışsa da, hiçbir zaman ciddiye alınmamıştır. Asıl Fouıllee’nin şu cümleleri dikkat çekicidir: “Muhakemeyi muhakemesizliğe kadar vardıran Fransız aklı, tabiat ve hayatın pek görünmeyen ve derin gerekliliklerini anlamamaktadır. Yeni bir idare usulü kurmak istedikleri zaman, ‘Buna bir ihtilal yeterlidir’ sanırlar. Zamanın gücünü anlamazlar.” (3)

 

Bu arada, kendi şato veya köşkünde seçkin bir davetli topluluğunu ağırlayabilmeyi ve nasıl içki içileceğinden nasıl dans edileceğine kadar, bir dizi görgü kuralına uymayı gerektiren bir hayat tarzı da gittikçe artan bir ilgi görmekteydi.(4)

 

Civilization, ilk kez bu aristokrat hayat tarzını ifade için kullanıldı ve zamanla öteki (barbar) karşısına yerleştirilerek sömürgecilikle at başı giden bir yaygınlık kazandı.

 

Medeniyet kavramı, Osmanlıda, ‘civilization’la aynı anlama gelecek şekilde icat edildi. İçinde yaşadığı topluma yabancılaşmış ve iç yüzünü bilmediği bir kültüre hayranlık duyan, aslında belirgin niteliği ‘uydu’ bir tip olmaktan öteye geçmeyen Osmanlı aydını, bu yeni hayat tarzına büyük bir heves duydu. Bundan böyle  ‘medeniyetin kıblesi ‘ Paris’ti. Hoca Tahsin Efendi: “Paris’e git bir gün evvel akl u fikrin var ise/ Aleme gelmiş sayılmaz gitmeyenler Paris’e” diyordu. Andı’nın ifadesiyle, trajik olanla bağlantısı ünsiyet haline dönüşmüş olan batılı hayat tarzının gölgesi düşmüştür artık.

 

Maddeci hayat tarzı, Osmanlı toplumunda ‘alafrangalık’ haliyle iyice görünür oldu ve alafranga tipler ortaya çıktı. Kılık kıyafet ve adabı muaşeret kurallarına uymadaki aşırı özenti, ahlaki düşüklük ve cehaletin gülünç bir terkibi olan bu tip; Felatun Beyle Rakım Efendi, Araba Sevdası ve Şık romanlarında boy göstermeye başladı.(5)

 

Ahmet Mithat Efendi, romanındaki Felatun Bey’le alay eder ama gidişatın sonunda, Berna Moran’ın” Alafranga Züppeden Alafranga Haine” başlığıyla incelediği acı bir taraf da vardır.(6)

 

Maddeci kültür sahasında, Amerikalı fizikçi Ralp Lapp’ın dediği gibi devam ediyor her şey: “Hiç kimse, günümüzün yaşayan en büyük bilginleri bile, bilimin bizi nereye götürdüğünü bilmiyor. Gittikçe hızı artan bir tren içindeyiz.”  Üstelik insanın organizmaya, toplumun mekanik bir aygıta indirgendiği bu bilme tarzıyla, bütün dertlerin biteceği bir son nokta imkânsız görünüyor. Gerçekten de böyle bir noktaya ulaşılsa bile, bu aygıtın çalıştırılma usul ve esaslarını kimin nasıl belirleyeceği tam bir muamma. Şu halde romanın ölmesi bir tarafa, bireyin iç çelişkilerine, çıkmazlarına ve arayışlarına dair anlatacağı daha çok şeyi olacağı tahmin edilebilir.

 

Maddeci kültürün altın çağ hayali devam ededursun, tarih penceresi, belli dönemlere açıldığında; Kurtuba’nın, İşbiliye’nin, Semerkant’ın, Buhara’nın (vs.) göz alıcı pırıltısı, Müslümanların kendi altın çağlarıına birçok defa ulaştığını söyler. Aslında bu, Müslüman aklın; taşa ve toprağa, sanata ve edebiyata, ahlaka ve maneviyata dokunuşudur.

 

İslam, insanlığa nasıl son bir çağrı ise, Müslüman akılda, vahiyle var oluş arasında sahih bir bağ kurabilecek yegâne imkândır. Bu akıl, “O (Allah) aklını kullanmayanları pislik içerisinde bırakır”* hakikatinden yola çıkar ve yaradılış maksadına uygun faaliyetlerle anlamlı hale gelir. Müslüman bilim adamı hüviyeti de, maddi kültürün bilme tarzıyla değil, Müslüman aklın bilme tarzıyla faaliyete geçildiğinde kazanılır. **

 

Yahya Kemal, bir toprak parçasının, manevi hedeflere göre nasıl değiştiğini ne kadar veciz anlatır:” Ah! Büyük Cedlerimiz! Onlarda Galata, Beyoğlu gibi Frenk semtlerine yerleşirlerdi, fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nuru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minare, gölgeli mescid peyda olur, sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hâsılı o toprağın o köşesi imana gelirdi”.(7)

 

Osmanlı asırları; Müslüman aklın faaliyette bulunuşu ve işlerlikten uzaklaşmasının yanı sıra, maddeci kültürde medet umuşu da ifade eder. (8)Takiyüddin rasathanesinin topa tutuluşu, aslında Müslüman aklın topa tutuluşudur ki, tamda: “Erişir fasl-ı hazan, bağ u bahar elden gider “mısraının/ ifade ettiği anlamın hatırlanacağı anlardan biridir.

 

Gelgelelim romanın bizde neden doğmadığına. Aşağıdaki satırlar bu sorunun cevabı gibi de okunabilir: “Mescidi, büyük çınarın altındaki çeşmesi, kıraathanesi, çocukların oynadığı boş arsaları, bakkalı, seyyar satıcıları ve bahçe içindeki evleriyle orası bizim mahallemizdi... Mahallenin zenginleri servetlerini teşhir etmezler, orta halli yer, içer, giyinirlerdi. Kendilerine karşı israfa kaçmayan bu insanlar verirken çok cömertlerdi. Kimsenin isteme durumuna düşmemesi için fakir fukarayı arar bulurlar, zevkte, sefada yemeyip vatan evlatlarına tahsil imkânı sağlarlardı. Bu dünyadan göçerken sadece yaptığı iyilikleri götüreceklerini bilirdi insanlar.” (9)

Mustafa KENARLI

 

 Kaynakça ve Dipnotlar:

1)Avrupa’nın Entellektüel Tarihi, François Chaubet, 2021,İstanbul

2)Türkiye’nin Sosyal Tarihi, Zihinsel Savrulma, Celalettin Vatandaş,2023,İstanbul

3)Avrupa Milletlerinin Karakter ve Psikolojileri, Alfred Fouıllee,2012,İstanbul 

4İslam-Batı ilişkileri Çerçevesinde Medeniyet Meselesi, Tahsin Görgün, Prof.Dr,2020,İstanbul 

5)Roman ve Hayat, M. Fatih Andı, Doç.Dr,1999,İstanbul

6)Kökten Uca Bir Kopuş Yunus Emre Özsaray2021,İstanbul

7)Yahya Kemal ve Din, Habil Şentürk Prof. Dr,2014,İstanbul

8)İslam Kültüründe Kurucu Paradigmanın Değişimi, İbrahim Çetintaş,2022,Ankara

9))Edep Mektebinden Hatıralar, Haluk Sena Arı,2005,İstanbul

*Kur’an:10/100

**Hristiyanlığın macerası,  Hz. İsa’dan sonra, İncilin eksen alınması üzerinden değil, tahrifi üzerinden ilerledi. Aydınlanmayla beraber bilim, sanat, ekonomi gibi bütün dünyevi pratikler, her türlü maneviyattan uzak bir şekilde gerçekleştirildi. Dahası, söylem gücünün de elde bulundurulması dolayısıyla, böyle olması gerektiği dünya ölçeğinde dikte edildi. Hâlbuki bu bir gereklilik değil apaçık yoksunluktur. Gerçek bir medeniyet, kökü maneviyat olan bir tasarıma dayanır ve bütün pratikler bu tasarımın öngördüğü hedeflere göre yapılır. Ayrıca bu faaliyetler sırasında uyulması gereken kurallar da vardır. Mesela, insanlığın ve tabiatın zararına sebep olunamayacağı, beyaz adam üzerinde denenemeyen bir icadın herhangi bir Afrika kabilesi üzerinde de denenemeyeceği, teknolojinin bir sömürü aracı olarak kullanılamayacağı gibi. Müslüman bilim adamı, bilime imanın bir gereği olarak değil, Allah’ın insanı mesul tuttuğu hedefler için bilim yapar.

Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.


İlk baltayı vururken geyicek ağacına
Bir geyicek düşmüştü baltacının başına
Yayıldı vücuduna ilk baltayla bir acı
Dile geldi o anda son geyicek ağacı
Ben size ne yaptım ki bana balta vurursun
Geçmişte o yaptığım her şeyi unutursun
Gün geldi şu dalıma salıncak kurdu oğlun
Gün oldu ter içinde gölgeme düştü yolun
Unutma bir zamanlar bağların kurumuştu
Benden yaptığın pekmez küpünü doldurmuştu
Sende vefa olsaydı bunları unutmazdın
Vicdanın dile gelir kökümü kurutmazdın
Kıtlık yılları vardı muhtaçtın bir ekmeğe
Hazırdın ekmek için her şeyini vermeye
Topladın meyvelerim çuvallarla götürdün
Dövüp kuruttun beni değirmende öğüttün
Karıştırdın bir avuç buğday unuyla beni
Besledim kızıl renkli döğmel(i)ekmekle seni
Unutma balta tutan ellerinde ben varım
Vefasızlığınadır bütün şu ahüzarım
Keser döner sap döner yine yoksul olursun
Allah korusun lakin ekmeğe kul olursun
İşte o gün gelince belki oğlun bilecek
Şu yaptıkların için çok beddua edecek
Bazı yerlerde bana geyik elması derler
Sorar mısın babana o geyikler nerdeler
Bin yıldır bu toprakta hüküm sürmüştü soyum
Köylünün baltasıyla bak işte geldi sonum
Muhtaçtın döğmel(i)ekmek ve kıymaca aşına
Kırk iki kıtlığında mendil oldum yaşına
Sana çok şey verdim ben fakat bunu bilmedin
Bir kör baltayla gelip gövdemi yere serdin
Uzaktan bakardım ben Del(i)oğlan'ın Taşı'na
Koca Dağ'dan bir rüzgâr vururdu şu başıma
Artık ne geyik kaldı ne de bir tek geyicek
Bu hüzünlü sonuma kim ağıt söyleyecek
Prof. Dr. Hacı KURT
Mademki geyicek paylaşımı instagram ve özellikle facebookta çok ilgi ve beğeni topladı; öyleyse, daha önce yazdığım ve Medyaermenek'te yayımlanan iki geyicek şiirinden birini ve çiçek açmış, yetişkin geyicek ağacı ve bakımını yaptırdığımız büyüme yolundaki geyicek fidanı fotoğraflarıyla tamamlamak iyi olur diye düşündüm.


 






Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.


Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.






Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.

 

Kentin gri betonlarının arasında, adliyenin loş koridorlarında, her gün aynı telaş hüküm sürerdi. Dava dosyaları masalarda birikir, avukatlar koşuşturur, müvekkiller umutla ya da çaresizlikle beklerdi. Ama o gün, Sema için farklıydı. Onun için bu, sadece bir dosya değildi; yılların yükünü taşıyan, içini kemiren bir hikâyeydi.

Sema, genç bir avukattı. Henüz otuzlarının başında, idealist ama hayatın sert köşeleriyle yeni yeni tanışıyordu. Üstlendiği boşanma davası, on iki yıldır kapanmamış bir yara gibiydi. Müvekkili Ayşe, bir zamanlar sevgiyle başladığı evliliğini bitirmek için on iki yıl önce yola çıkmış ama dava bir türlü sonuçlanmamıştı. Koca, başka bir şehre gitmiş, çocuklar bölünmüştü. Kızı babayla, oğlu anneyle kalmıştı. Yollar ayrılmış, hayatlar kopmuştu. Ayşe, oğlunu büyütürken kızını sadece rüyalarında görmüş; baba, kızına sarılırken oğlunun kokusunu unutmuştu.

Sema, dosyayı ilk eline aldığında hissettiği ağırlığı hâlâ hatırlıyordu. Kâğıtlar sadece hukuki terimlerle dolu değildi. Her satırında bir ailenin dağılmış parçaları saklıydı. Ayşe’nin gözlerindeki keder, Sema’yı uykusuz bırakmıştı. Ayşe, sesi titreyerek “Onları bir kez daha görmek istiyorum.” demişti. “Kızımı, oğlumu… Bir anne nasıl dayanır bu hasrete?”

Duruşma günü geldiğinde, adliyenin üçüncü katındaki küçük salonda hava ağırdı. Sema, müvekkili Ayşe’nin yanında, dosyalarını düzenliyordu. Karşı tarafın avukatı, bir köşede müvekkiliyle fısıldaşıyordu. Hâkim, masasında dosyayı inceliyor, kâtip klavyede notlar alıyordu. Salonun kapısı açıldığında, önce bir gölge düştü içeri. Sonra bir adam, ardından genç bir kız ve bir delikanlı. Ayşe’nin nefesi kesildi. Sema, müvekkilinin elini sıkıca tuttu.

O an, zaman durdu. Salonun sessizliğini bir fısıltı bozdu önce; Ayşe’nin dudaklarından dökülen bir “Oğlum…” kelimesi. Aynı anda, karşıdaki adam, yani baba, “Kızım…” diye mırıldandı. Sonra, sanki görünmez bir ip hepsini birbirine çekti. Kız, babasının kollarına atıldı; oğul, annesinin boynuna sarıldı. Kardeşler, birbirlerini bulduklarında, yılların özlemi bir çığ gibi patladı. Sarılmalar, hıçkırıklar, kesik kesik kelimeler… “Anne… Baba… Ablam…” Kimse kimseden ayrılmak istemiyordu. Sanki bir an için dünya, sadece onların kavuşması için dönüyordu.

Hâkim, gözlüğünü çıkarıp masaya koydu. Kâtip, klavyeden elini çekti. Sema’nın gözleri doldu ama ağlamamak için dudaklarını ısırdı. Salondaki diğer avukatlar, mübaşir, hatta bir sonraki duruşmayı bekleyen yabancılar bile sessizce gözyaşlarını sildi. Kimse konuşmadı. Sadece o ailenin koklaşması, sarılması, birbirine dokunması vardı. Yıllar önce kopan bağlar, o birkaç dakikada yeniden örülüyordu.

Yarım saat sonra, hâkim tokmakla masaya vurduğunda, herkes toparlandı. Ama o an, salondaki herkesi değiştirmişti. Sema, dosyayı kapatırken, hukukun sadece kâğıt ve kanunlardan ibaret olmadığını anladı. O gün, adalet, bir ailenin birbirine kavuşmasında saklıydı.

Dava, birkaç ay sonra sonuçlandı. Boşanma gerçekleşti ama o aile, o duruşma salonunda yeniden bir olmuştu. Sema, her adliyeye gittiğinde, o koklaşmayı, o sarılmayı hatırlar. Ve her defasında, içindeki idealist genç avukat, bir aileyi kurtarmanın değil, bir anı yaşatmanın ne kadar kıymetli olduğunu düşünür.

17.06.2025 Konya

Durmuş Ali ÖZBEK

Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.

 


Suriye’nin Halep şehrinden 2012’de kaçıp Türkiye’ye sığınan Hüseyin, Fatma ve iki çocukları, Ahmed ile Zeynep’in hikâyesi, hem bir kayıp hem de bir yeniden başlangıç öyküsüydü.

On üç yıl boyunca İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde, küçük bir dairede yaşamışlardı. Hüseyin, inşaatlarda çalışarak, Fatma ise komşuların evlerinde temizlik yaparak geçimlerini sağlamıştı. Çocuklar, Türkiye’de doğup büyümüş, Türkçe öğrenmiş, mahallede arkadaş edinmiş, okula gitmişti. Zeynep, lise son sınıfta okulunun başarılı öğrencilerinden biriydi. Ahmed ise mahallenin futbol takımında yıldız bir oyuncuydu. Türkiye, onlara hem sığınak olmuş hem de yeni bir kimlik kazandırmıştı. Ama içlerinde hep bir yara kanıyordu; vatan hasreti.

2025’te Suriye’de savaşın ateşi sönmeye yüz tutmuş, bazı bölgeler yeniden inşa edilmeye başlanmıştı. Hüseyin ve Fatma, Halep’e dönme hayaliyle yanıp tutuşuyordu. Çocuklar ise kararsızdı. Türkiye’yi vatan bellemişlerdi ama aile birliğini bozmak istemiyorlardı. Sonunda, bir sabah eşyalarını toplayıp Halep’e doğru yola çıktılar. Dönerlerken içlerinde bir umut vardı ama aynı zamanda derin bir belirsizlik.

Halep’e vardıklarında karşılaştıkları manzara, hayallerini gölgeledi. Şehir, savaşın izlerini fazlasıyla taşıyordu. Hüseyin’in çocukluk evi artık bir moloz yığınıydı. Mahallede tanıdık yüzler azalmış, komşular ya başka ülkelere göçmüş ya da hayatlarını kaybetmişti.

Elektrik ve su kesintileri günlük hayatı zorlaştırıyordu. Hüseyin, inşaat tecrübesine güvenerek iş bulabileceğini düşünmüştü ama yeniden inşa projeleri sınırlıydı ve yerel halk öncelikliydi. Fatma, evde yemek yapmaya çalışırken tanıdık tatları bulmakta zorlanıyordu. Türkiye’de alıştıkları ürünlerin çoğu burada yoktu ya da çok pahalıydı.

Ahmed ve Zeynep için dönüş daha karmaşıktı. Türkçeyi ana dilleri gibi konuşan bu gençler, Arapçayı akıcı şekilde konuşsalar da Halep’in yerel şivesine yabancılık çekiyorlardı. Zeynep, Türkiye’deki okul hayatını özlüyordu. Halep’teki okullarda eğitim sistemi farklıydı, sınıflar kalabalık ve kaynaklar kısıtlıydı. Ahmed, mahallede futbol oynayacak bir saha bulamadı. Arkadaşlarının çoğu Türkiye’de kalmıştı. İkisi de sık sık İstanbul’daki mahallelerini, simitçinin sesini, Boğaz’daki martıları ve arkadaşlarıyla geçirdikleri akşamları anıyordu.



Bir akşam, aile sofrasında otururken Zeynep, Türkiye’den getirdikleri bir kutu çayı çıkardı. “Bunu içince sanki hâlâ oradayız.” dedi hüzünle. Fatma, çay bardağını elinde tutarken gözleri doldu. “Türkiye bize kucak açtı ama bizim köklerimiz burada.” dedi. Hüseyin ise sessizdi. Türkiye’de geçirdikleri yıllarda kazandıkları dostlukları, komşularının sıcaklığını, çocuklarının Türkçe şiirler okuduğu okul müsamerelerini düşünüyordu. Ancak Halep’te, kendi topraklarında olmanın ağırlığı da bir o kadar gerçekti.

Bir gün Hüseyin, mahallede eski bir komşusuna rastladı. Adam, “Türkiye’de ne yaptınız bu kadar yıl?” diye sordu. Hüseyin, gülümseyerek, “Yaşadık, çalıştık, çocuklarımız büyüdü. Ama en çok, barışın hayalini kurduk.” dedi. Komşu başını salladı. “Burada da o hayal için uğraşıyoruz ama kolay değil.”

Aile, Halep’te birçok zorlukla karşılaştı. Ekonomik sıkıntılar, iş bulma güçlüğü ve temel ihtiyaçlara erişimdeki sorunlar, günlük hayatı bir mücadele haline getirdi. Çocukların eğitim sistemi ve sosyal çevreye uyum sağlaması zaman aldı. Türkiye’de alıştıkları düzen, burada bir lükstü. Ayrıca, savaş sonrası toplumda güven eksikliği ve sosyal bağların zayıflaması, ailenin yalnız hissetmesine neden oldu. Türkiye’deki komşuluk ilişkileri ve mahalle dayanışması burada eksikti.

Zeynep bir gün annesine; “Anne, Türkiye’deyken Suriyeliydik, buradaysa sanki yabancıyız.” dedi. Bu söz, ailenin içindeki ikilemi özetliyordu. Türkiye, onlara hem bir yuva hem de geçici bir sığınak olmuştu. Halep ise hem vatanları hem de yeniden tanımaları gereken bir yabancıydı.

Zamanla, aile küçük adımlarla yeni bir düzen kurmaya başladı. Hüseyin, bir inşaat kooperatifinde iş buldu. Fatma, mahalledeki kadınlarla bir araya gelip küçük bir yemek atölyesi kurdu. Türkiye’den öğrendiği tarifleri Halep’in tatlarıyla harmanladı. Zeynep, okulda öğretmenlerinin dikkatini çekti ve bir burs kazanarak eğitimine devam etme şansı buldu. Ahmed, mahallede birkaç çocukla futbol oynamaya başladı. Eski sahasını özlese de yeni arkadaşlıklar kuruyordu.

Bir akşam, aile yeniden çay sofrasında buluştu. Hüseyin; “Türkiye bize çok şey öğretti.” dedi. “Ama burada, kendi toprağımızda, o öğrendiklerimizi yeniden inşa için kullanacağız.” Fatma gülümsedi: “Ve bir gün, belki çocuklarımız hem burayı hem orayı vatan bilecek.”

Halepli bir ailenin iki vatan arasındaki yaşam köprüsünde Türkiye’de geçirdikleri on üç yıl, onlara dayanıklılık, dostluk ve yeni bir dil kazandırmıştı. Halep’e dönüş ise hem bir özlemle kavuşma hem de yeniden inşa mücadelesiydi. Her iki ülkede de karşılaştıkları zorluklar, onların umudunu kıramadı; çünkü aile, sevgiyle ve dayanışmayla her yaranın sarılabileceğini öğrenmişti.

 

24.05.2025 Konya

Durmuş Ali ÖZBEK

Kültür Bakanlığı Halk Şairi

Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.




Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.

 


Her sabah aynı saatte uyanır, kahvesini alıp pencerenin önüne otururdu. İstanbul’un gri gökyüzüne bakarken, içindeki boşluk sanki o gökle yarışırdı. 35 yaşında, bir reklam ajansında metin yazarıydı. Günleri toplantılar, son teslim tarihleri ve bitmeyen bildirimlerle doluydu. Ama son zamanlarda, telefonunu eline aldığında, ekranın ötesinde bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordu. Sanki biri, onun hayatından bir parçayı çalıp gitmişti.

Bir akşam, ofisten çıkıp eve yürürken, telefonunda eski bir mesaj bildirimi gördü. Gönderen: "Bilinmeyen Numara." Mesaj, tek kelimeydi: "Unuttun." Kalbi birden hızlandı. Kimdi bu? Yanlış numara mıydı, yoksa bir şaka mı? Mesajı silmeyi düşündü, ama bir şey onu durdurdu. O kelime, "Unuttun." beyninde yankılanıyordu.

Eve vardığında, eski kutuları karıştırmaya başladı. Yıllar önce, lise arkadaşlarıyla yazdığı mektuplar, sararmış fotoğraflar... ve sonra, bir not defteri. Sayfalarında, 20’li yaşlarının başında yazdığı hayaller vardı: bir roman yazmak, dünyayı gezmek, özgür olmak. Ama en çok, bir isim dikkatini çekti: Zeynep. Çocukluk arkadaşı, bir zamanlar gölgesi gibi peşinden ayrılmayan Zeynep. Üniversitede yolları ayrılmış, sonra bir kavga, bir sessizlik... ve Zeynep’i tamamen unutmuştu.

O gece, mesajın Zeynep’ten geldiğine emin oldu. İnternette aradı, eski numaralarını denedi, ama iz yoktu. Günler geçti, hayatı altüst olmuştu. İş yerinde dalgın, geceleri uykusuzdu. Her an, o mesajın gölgesi peşindeydi. Sonunda, bir akşam, Zeynep’in eski mahallesine gitti. Dar sokakta, Zeynep’in annesinin evini buldu. Kapıyı çaldı, titreyerek.

Kapıyı açan yaşlı kadın, Elif’i tanıyıp gülümsedi. “Zeynep mi? O yurtdışına taşındı, yıllar oldu.” dedi. Elif, mesajdan bahsetti. Kadın şaşırdı. “Zeynep’in telefonu mu? Kızım iki yıl önce öldü, Elif.” Bir an durdu “Kanser...” diyebildi gözlerinden yaşlar damarken.

Elif’in dizleri titredi. Eve dönerken, telefonu elinde, o tek kelimeye bakıyordu: "Unuttun." Belki Zeynep değildi, belki bir tesadüftü. Ama o gece, Elif masasına oturdu, yıllardır dokunmadığı bir defteri açtı ve yazmaya başladı. İlk cümle, “Zeynep’in gülüşünü hatırlıyorum,” oldu. Gözyaşları kâğıda damlarken, Elif unuttuğu şeyin sadece Zeynep olmadığını anladı. Kendi hayallerini, kendi ruhunu da unutmuştu.

O mesaj, kimden gelirse gelsin, Elif’i kendine geri getirmişti. Şehir uykudayken, o yazmaya devam etti. Gölgesiyle barışmıştı.

19.06.2025 Konya

Durmuş Ali ÖZBEK



Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.


Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.

 

Tepelerin arasında, küçük bir kasabada, yaşlı bir adam olan Hüseyin Dede yaşardı. Hüseyin Dede’nin en yakın dostu, sadık köpeği Karabaş’tı. Karabaş, ne bir cins köpek ne de gösterişli bir hayvandı. Ama gözlerinde öyle bir vefa vardı ki, kasabalılar onun Hüseyin Dede’yle olan bağını konuşurdu. Karabaş, dedenin gölgesi gibiydi; tarlaya giderken peşinden koşar, akşamları sobanın başında onunla sessizce otururdu.

Bir gün kasabaya yabancı Cemal adında bir adam geldi. Şık kıyafetleri, parlak ayakkabıları ve kibirli bir gülümsemesi vardı. Kasabalılara, büyük şehirde zengin bir iş insanı olduğunu, ama buralarda “gerçek” bir dost aradığını söyledi. Gözü Karabaş’a takıldı. “Bu köpek başka,” dedi Hüseyin Dede’ye. “Sana ne istersen vereyim, sat bunu bana.”

Hüseyin Dede güldü. “Karabaş satılık değil, evlat. O benim dostum, can yoldaşım. Para onun değerini ölçemez.” Cemal ısrarcıydı. Cebinden kalın bir deste para çıkardı, sonra bir araba anahtarı, en son da şehirdeki bir evin tapusunu masaya koydu. “Seç birini.” dedi. “Karabaş’ı alayım.”

Dede’nin gözleri bulutlandı. “Evlat,” dedi, “sadakati para için satan, sattığı kişinin köpeği olur. Karabaş’ın dostluğu, senin paranın alamayacağı kadar büyük.” Cemal alaycı bir kahkaha attı. “Görelim bakalım,” dedi ve kasabadan ayrıldı.

Aradan haftalar geçti. Cemal, kasabaya geri döndü. Bu kez yanında başka bir köpek vardı; gösterişli, tüyleri parlak, ama gözleri soğuk bir hayvan. “Bak, Hüseyin Dede,” dedi, “bu köpeği şehirde binlerce liraya aldım. Senin Karabaş’ından kat kat üstün.” Hüseyin Dede, köpeğe baktı, sonra gülümsedi. “Parayla alınır, ama sadakat alınmaz.” dedi.

O gece kasabada fırtına koptu. Cemal’in gösterişli köpeği, zincirini koparıp kaçtı, bir daha görülmedi. Karabaş ise Hüseyin Dede’nin kulübesinin kapısında, sırılsıklam, sabaha kadar bekledi. Sabah olduğunda, dede kapıyı açtı ve Karabaş’ın başını okşadı. “Senin değerin, hiçbir parayla ölçülmez.” dedi.

Cemal, kasabada bir süre daha dolaştı, ama ne dost bulabildi ne de sadakat. Parası çoktu, ama yalnızdı. Hüseyin Dede ve Karabaş ise her akşam sobanın başında, birbirlerine yeterdi.

Sonuç: Sadakat, para ile satın alınamaz; çünkü gerçek dostluk, bedel biçilemeyen bir hazine gibidir. Parayla alınanlar, sadece efendilerinin gölgesi olur.

18.06.2025 Konya

Durmuş Ali ÖZBEK

Kültür Bakanlığı Halk Şairi

Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.


     

     Gün batarken, tepelerin ardında turuncu bir ışık süzülüyordu. Küçük bir köyde, taş duvarlı mütevazı bir evde yaşayan Bahtiyar, her akşam olduğu gibi kapısının önündeki tahta banka oturmuş, ufka bakıyordu. Elinde, yılların yorduğu bir tahta kaşıkla, toprak kasesinden aldığı son lokma çorbayı ağzına götürdü. Çorbanın buğusu, serin akşam havasında usulca yükseliyordu. Bahtiyar’ın yüzünde ne bir eksiklik ne de bir telaş vardı; yalnızca dingin bir gülümseme.

Bahtiyar, köyün en yoksul adamıydı. Ne tarlası, ne sürüsü, ne de altınla dolu sandıkları, ne de bankalarda parası vardı. Ama köyde onun kadar huzurlu bir adam da yoktu. Komşuları, pazarda ipekler, altınlar peşinde koşar, daha büyük ahırlar, daha geniş evler düşlerken, Bahtiyar’ın hayalleri başka bir dünyadaydı. Onun hazinesi, sabahları dallarda ötüşen kuşların şarkısı, tarladan dönen bir köylünün “Bahtiyar, bu akşam bize gelsene!” diye seslenişi, ya da bir çocuğun koşarken attığı kahkahaydı.

Bir gün, köyün zengin tüccarı Halim Bey, atının üstünde, süslü kaftanıyla Bahtiyar’ın evinin önünden geçti. Yanında birkaç hizmetkâr, ellerinde hediyelerle dolu sepetler vardı. Halim Bey, Bahtiyar’ın bankta oturmuş, elma ağacının gölgesinde bir türkü mırıldandığını görünce durdu. “Bahtiyar!” dedi, kaşlarını çatarak. “Bu köyde herkes bir şeyler kazanmanın peşinde, sen neyi kovalıyorsun? Bu fakirlikte nasıl böyle neşeli olabiliyorsun?” dedi.

Bahtiyar, gülümseyerek başını kaldırdı. “Halim Bey,” dedi. “Ben hiçbir şeyi kovalamıyorum. Koşarsan, rüzgârı hissedemezsin. Oturursan, o gelir, yüzünü okşar. Benim zenginliğim, şu an burada, bu bankta, bu elma ağacının gölgesinde. Senin hazinelerin çok, biliyorum. Ama söyle, gece yattığında uykun kaçıyor mu, ya bir gün hepsini kaybedersem diye?”

Halim Bey, bir an duraksadı. Gözlerinde bir gölge geçti. Zenginliği büyüdükçe, korkuları da büyümüştü. Kervanlarının yolunu, mallarının güvenliğini, hırsızları, rakipleri düşünmekten geceleri uyuyamaz olmuştu. “Haklısın,” dedi usulca. “Ama insan nasıl durur? Daha fazlasını istemeden nasıl yaşar?”

Bahtiyar, elindeki tahta kaşığı çorbaya daldırıp bir yudum aldı. “Bak,” dedi. “Bu çorba biraz mercimek, biraz soğan, bir tutam tuz. Ama komşum Fatma Ana getirdi bu sabah. ‘Bahtiyar,’ dedi, ‘sana da kaynattım.’ İşte bu bir lokma çorba, benim için dünyadaki en büyük ziyafet. Çünkü içinde sevgi var, paylaşmak var. Senin altına, ipeğe ihtiyacın yok, Halim Bey. Bir dostun içten bir selamı, bir çocuğun gülüşü, bir akşamüstü rüzgârı… Bunlar zaten senin. Ama görmek için durman lazım.”

Halim Bey, o gece konağında uyuyamadı. Yatağında dönüp dururken, Bahtiyar’ın sözleri kulaklarında çınladı. Ertesi sabah, atını değil, yaşlı bir eşeği aldı. Köyün meydanına yürüdü, elinde bir sepet elma. Çocuklara, komşulara dağıttı. Bir ihtiyarın elini öptü, bir çobana “Hadi, bir türkü söyle!” dedi. İlk kez, yüzüne değen rüzgârı hissetti. İlk kez, bir çocuğun kahkahası kalbini ısıttı. Ve o akşam, Bahtiyar’ın bankına oturdu, elinde bir kap çorba. “Haklıymışsın,” dedi. “Zenginlik, sandıklarda değil, burada, bu anlarda.”

Bahtiyar gülümsedi. “Hoş geldin,” dedi. “Şimdi, gerçekten yaşamaya başladın.”

Ve o günden sonra, Halim Bey’in konağında ipekler, altınlar hâlâ duruyordu. Ama onun gerçek hazinesi, Bahtiyar’la paylaştığı o tahta bank, bir kap çorba ve köyün meydanında yankılanan kahkahalardı. Çünkü mutluluk, dışarıda aranmazdı; o, zaten insanın içindeydi, basit bir hayatın sakin kucağında.

16.06.2025 Konya

Durmuş Ali ÖZBEK



Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.

   


    Bir fırıncı, dükkânının önünde titreyen, aç bir adama rastladı. Adamın üstü başı perişan, yüzü solgundu. Fırıncı, içinden bir an tereddüt geçtiyse de, tezgâhtan sıcacık bir somun ekmek aldı, adama uzattı. “Al, karnını doyur,” dedi, sesinde bir iyilik tınısı, ama gözlerinde bir hesap.

Adam ekmeği aldı, teşekkür etti, tam bir lokma koparacakken fırıncı seslendi: “Aman, o ekmeği yavaş ye, bu tam buğday, özel undan, ziyan etme!” Adam başını salladı, ekmeği ısırdı. Birkaç adım atmıştı ki fırıncı yine seslendi: “Hey, o ekmeği sakın yere düşürme, üstü susamlı, dökülürse yazık olur!” Adam durdu, ekmeğe baktı, sustu. Biraz daha yürüdü, fırıncı bir kez daha bağırdı: “Bak, o ekmeği hepsini yeme ha, o kadar emek verdim, paylaş başkasıyla!”

Adam durdu. Yüzünde ne öfke ne kırgınlık, sadece yorgun bir tebessüm. Ekmeği elinde tarttı, sonra yavaşça fırına geri döndü. Tezgâha koydu ekmeği, “Sağ ol, ama ben açlığıma razıyım,” dedi. Cebinden buruşuk bir kâğıda sarılı bayat bir ekmek parçası çıkardı, onu kemirmeye başladı ve yoluna devam etti.

Not: Öyküdeki olayın sizde uyandırdığı duyguyu yazar mısınız? 16.06.2025 Konya Durmuş Ali ÖZBEK

Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.


Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.

 


Sıcak bir Ağustos sabahında, taşlı toprakların arasında zorluklarla ulaştığımız Sorkun başındaki harmanda; annem, babam ve ben… Yıl 2002, yayla harmanı zamanı. Emeğin ve alın terinin en saf hâlini sergiliyoruz.

Gökyüzünde beyaz bulutlar süzülürken, yeryüzünde sabrın ve sevdanın hikâyesini yazmaya çalışıyoruz.

Annemin yüzünde dingin bir tebessüm, başında beyaz yazmasıyla güneşe direnmiye çalışıyor.

Yanında, zamana meydan okuyan gururlu bir duruşla babam… Başında şapkası, sırtında gömleği ve yıpranmış giysileriyle, toprağın bize sunduğu nimetleri istifleme çabasında.

Arkalarında gençlik ve toyluk ile duran, ailenin emeğine katkı sağlamaya çalışan genç delikanlı ise ben. Geleceğe baka bilmek için,emeğin tam ortasındayım!!!!!

Geçmişten devraldığımız külterel ve yaşam felsefesini omuzlarımızda taşımaya çalışıyoruz.

Etrafımızı saran devasa çuvallar, bir yılın emeğinimi, yoksa tarlalarda bıraktığımız saklı hayatlarımızı mı simgeliyor.
Bu çuvallar sadece ürün değil; aynı zamanda sabır, azim ve aile bağlarının da simgesi.

Bu kare sadece bir hasat günü değildir.
Bu, köyümüz Yukarı Çağlar’ın binlerce yıllık üretim kültürünün, doğayla iç içe geçmiş yaşam biçiminin bir yansımasıdır. Toprak, bizim karakterimize öyle işlemiştir ki; bir karış toprak, bir ömrü taşır içinde.

Modern hayatın karmaşası içinde bu fotoğraf; geçmişimize, emeğimize ve özlemlerimize dair gerçek zenginliği fısıldayan bir hatıradır.

Annemin mekânı cennet olsun. Rabbim babama hayırlı ve sağlıklı ömürler versin.

Yıl 2002 - Sorkun başında, yayla harmanında çekilen bu fotoğraf…
Hasretle, minnetle, özlemle…

Hüseyin Bağcı
12.06.2025 – İstanbul



Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.


Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.


Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.



Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.

 
Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.

Çocukluk yıllarımızdan itibaren konuştuklarımız, çeşitli kelimeleri bilerek veya bilmeyerek unuttuğumuz kelimeler, deyimler, atasözleri kişisel kültürümüzü açığa çıkardığı gibi yöre insanımızın hem kültürel kodlar hem de renk algısı açısından önemlidir.

Özellikle dil gözlemleri çok değerli bir yerel ağız kodlarını da açığa çıkarır. Ermenek yöremizin bu tür kodları açığa çıkaracak insanlarımıza da elbette her zaman ihtiyacımız vardır.

1980’li yıllarda başladığım yöre halkı arasında kullanılan kelimeler, deyimler, benzetmeler, atasözlerimizi açığa çıkarma çabam önce Sbide Antik Kenti adlı kitabıma eklediğim yerel kelime, deyim, benzetme, atasözleri bölümlerini oluştururken 22 yılı bulan bir gözlem çalışmalarım ile katkı oluşturmaya çalıştım. Daha sonra Ermenek Belediyesinin oluşturduğu yerel sözlüğe de elimden gelen katkıyı da sağlamıştım.

Ne var ki dil ve ağız çalışması öyle birkaç yıla sığacak bir durum değildir. Gerçekten bir ömür üzerinde çalışılacak bir konudur. Çünkü kültürel kodların hemen oluşmadığı aşikârdır. Ağız çalışmaları da aynı hassasiyeti gerektirir. 

Bu ağız örneklerini zaman zaman mutlaka duyduğumuz olmuştur. Benzer deyimler örneklerinden "çamur sarısı", "koyun boku yeşili", "sıçan tüyü rengi" gibi ifadeler de halk arasında renk tanımı için kullanılır.

Kendi yöremizden, yerel ağızda buna benzer bir örnek eklersem sarı renge "nini boku" diye 1960’lı yılların ikinci yarısında geçen ilkokul dönemimde yedi renkli bir kuru boya kutumuz olurdu ve işte o kutuların içinde sıralı kuru kalemlerden bir de “nini boku”idi. Yani sarı renk ti. Tabi birinci sınıftan üçüncü sınıfa kadar bu isimle konuşurduk. Lakin dörde, beşe geldiğimizde de kazandığımız kültürel doku ile artık “nini boku” rengine “sarı”yı kullanmaya başladığımız dönem olurdu. Evet benim yaşıtlarım bunu kullandık.

Bu ifade sarı rengin soluk, mat ve belki de sevimsiz bir tonunu belirtmek için kullanılmış olabilir. Buradaki "nini", "bebek" anlamında kullanılıyor ve "nini boku" da bebek dışkısına benzeyen açık sarı, yeşilimsi sarımsı bir renk tonunu ima ettiği kesin.

Böyle sevimsiz durumu dışlayabilir miyiz? Tabi ki hayır. Çünkü Bu tür deyimler, doğal gözlemlere dayalı halk betimlemeleridir. Özellikle renkler, kokular ve dokular konusunda halk dili oldukça zengin dokular sergiler.

“Nini boku” sarısı da bu bağlamda sıradan, hoş olmayan ya da değersiz bulunan bir sarı tonunu ifade etmekte olduğu halkındaki zenginliği ifade eder. Bu tür kelimeler, deyimler, ağız araştırmaları, halk kültürü ve sözlü tarih çalışmalarında son derece kıymetlidir. Eğer bu tür başka renk benzetmeleri ya da deyimleri derlenmesi yerel kültürün korunmasına büyük katkı sağlar.

29.05.2025

Durmuş Ali ÖZBEK

 

 

Medya Ermenek Taşeli Edebiyat Güncesi yayınlanan makalelerin içeriği hakkında mali, hukuki, cezai, idari sorumluluğu makalesi yayınlanan yazara aittir.Yayınlanan makale karşılığında yazarlara telif ücreti ödenmez. Yazarlar bunu peşinen kabul etmiş sayılırlar.
sanalbasin.com üyesidir
Düzenleme | Copyright © 2013-2023 | MedER |Medya Ermenek
BİZE ULAŞIN
ghs.google.com
ghs.google.com